27 Ağustos 2015 Perşembe

Hukuk Kuralları

Hukuk Kuralları
Hukuk kuralları, aynen diğer kurallar gibi yöneldikleri kişilere, daha teknik tabirle muhataplarına belli bir şekilde davranmayı veya davranmamayı söyler. Yani hukuk kuralları öncelikle emreder veya yasaklar. Bunun yanında hukuk kuralları, belli durumlarda belli eylemlerde bulunmaya izin verir. Hukukun belli bir eylemde bulunmaya izin vermesi, kişinin o eylemi yapmaya mecbur olmamakla birlikte, yapması durumunda istemediği bir durumla karşılaşmayacağı, izin verilmiş bir eylemin tipinin, hukuk tarafından korumaya alındığı anlamına gelir.
Genel olarak bütün kuralların, özel olarak ise hukuk kurallarının emir ve yasaklarla kişileri belli bir şekilde eylemde bulunmaya mecbur tutmasının da ne anlama geldiğini açıklamamız gerekiyor. Mecburiyet yahut zorunluluk, esasında, aksi şekilde davranmanın imkânsız olduğunu ifade eder. Nitekim bu kelimeler, özellikle nesneler ve fizikî dünya hakkında kullanıldığında doğa yasalarına karşılık gelen bir anlama sahiptirler. Bununla birlikte beşeri davranışı yönlendiren kuralların mecbur kılmasından bahsettiğimizde, aksi şekilde davranmanın imkânsızlığını kastetmeyiz. Bir kuralın emir veya yasakla yöneldiği kişi, pekâlâ bu kuralın işaret ettiği eylemi gerçekleştirmeyebilir. İster ahlak, ister din, isterse hukuk kuralı olsun, insanlar bu kuralların aksi yönünde hareket edebilirler. Hatta şöyle söylemek belki daha doğru olacaktır: Aksi yönde hareket etme ihtimali, zaten o kuralların yaratılmasının nedenidir. Eğer insanlar öldürme kabiliyetinden yoksun olsa idiler, öldürmeyi ahlaken, dinen veya hukuken yasaklamanın bir anlamı kalmazdı. Dolayısıyla kuralların yarattığı mecburiyet veya zorunluluk, daha çok, sorumluluk ve yükümlülük anlamlarına gelir. Sorumluluk ve yükümlülük ise, söz konusu kural sisteminin mahiyeti açısından değişkenlik gösterir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, bir ahlak kuralına uymamakla ortaya çıkan ahlaki sorumluluk kişinin vicdan azabı veya psikolojik huzursuzluğu sonucuna ve aynı zamanda diğer insanlar tarafından kınanmasına neden olur. Bir din kuralının aksi yönünde eylemde bulunmak, o dinin mensubu açısından, bu dünyada veya öte dünyada çekilecek bir acıyı doğurur. Bir hukuk kuralının ihlali nedeniyle ortaya çıkan sorumluluk, yani bir yükümlülüğün yerine getirilmemesi, kişinin hukuk düzeninin öngördüğü sonuçlarla kar-
şılaşmasına neden olur. Bu sonuçlar, tazminat ödeme, bazı haklardan mahrum kalma veya doğrudan cezaya maruz kalma yahut eylemiyle elde etmeyi umduğu sonucun gerçekleşmemesi olabilir.
Hukuk kurallarının özellikle gündelik hayatta sıkça karşılaştığımız örnekleri, ahlak kurallarıyla, din kurallarıyla yahut örf ve âdet kurallarıyla benzerlik gösterebilir yahut bu kurallara dayandırılabilir. Söz gelimi hırsızlık, adam öldürme, hakaret etme gibi eylemler, pek çok ahlak anlayışı, neredeyse bütün dinler ve yine neredeyse bütün toplumların tarihten gelen örf ve âdetleri çerçevesinde yasaklanmıştır. Bununla birlikte, söz gelimi hırsızlığı yasaklayan bir kuralın hukuk kuralı olup olmadığını belirleyebilmek için bazı ölçütler geliştirmek zorundayız. Eğer böyle ölçütler geliştiremezsek, kurallar arasında ya ayırım yapmak gereksizleşecek yahut da kavram karmaşası sonucu, hukuktan beklenen belirlilik imkânsız hâle gelecektir.
Öyle görünüyor ki, bir kuralın hukuk kuralı olduğunu söylemek, her şeyden önce, söz konusu kuralın merkezî siyasal iktidar tarafından çıkarıldığını söylemektir. Daha gündelik bir tabirle, bir kural devlet tarafından çıkarılmışsa hukuk kuralıdır. Bu durumda hukuk kurallarını diğer kurallardan ayıran özelliğin, kuralın koyucusu, yaratıcısı tarafından yapılan belirlemeye bağlı olduğunu söyleyebiliriz.
Devlet tarafından yaratılmayı, hukuk kuralı olmanın belirleyici özelliği yapmanın bazı sonuçları bulunuyor. İlk olarak söylenmesi gereken, bir kuralı hukuk kuralı yapan şeyin, o kuralın içeriği olmadığıdır. Yani bir kuralın neyi emrettiği veya yasakladığına bakarak, emredilen veya yasaklanan şeyin ahlak veya din tarafından da emredilip emredilmediğini, yasaklanıp yasaklanmadığını tartışma konusu yaparak o kuralın hukuk kuralı olduğuna karar vermek mümkün değildir. Bu açıdan hukukîlik, bir usul yahut biçim sorunudur. Başka bir deyişle, hukuk kuralı olmak, kuralın yapılış usulüne ait bir meseledir. Bu noktanın altını özellikle çizmemizin nedeni, özellikle felsefeciler tarafından yapılan ama gündelik hayatta da zaman zaman rastladığımız bir tartışmanın kafa karışıklığına yol açma ihtimalidir. Bazı felsefeciler, bir kuralın hukukîlik sıfatını alabilmek için bazı ahlaki ölçütleri yerine getirmesi gerektiğini iddia ederler. Bu iddianın bir uzantısı olarak, gündelik siyasal tartışmalarda ‘kanun/yasa devleti’ ile ‘hukuk devleti’ arasında ayırım yapıldığına tanık oluruz. Böyle bir ayırımla kastedilen, devletin çıkardığı kurallara kanun/yasa dense bile, hukukun yasaları aşan bir kavram olduğudur. Söz konusu iddianın taraftarlarına göre, yasaların aynı zamanda hukuk sayılabilmesi için, bazı evrensel ahlaki ilkelere uygun olması gerekir. Ne var ki, hukukun olağan uygulanışında, devlet tarafından çıkarılan kuralları uygulamakla görevli kişi ve kurumlar bu kuralların ahlakiliğini tartışma konusu yapmazlar ve devletin çıkardığı kuralları hukuk kabul ederek eylem ve kararlarına dayanak ve gerekçe yaparlar.
Hukuk kuralı olmanın, devlet tarafından yaratılmış olmaya bağlanmış olmasının bir başka sonucu, hukuk kurallarının birer ahlak veya din kuralı olarak kabul edilememesidir. Yani bir yandan ahlak ve din kuralları hukuk kuralı olarak kabul edilmezken, diğer yandan hukuk kurallarına da ahlakilik ve dinîlik sıfatı yüklenemez. Bu sonucun pratik anlamı, hukuk kurallarına uyan bir kişinin sırf bu yüzden ahlaklı bir insan olamayacağıdır. Pizzacının motosikletindeki pizza örneğimizi hatırlayacak olursak; pizzayı sırf hukuk tarafından yasaklandığı için almayan kişi, böyle davranarak ahlaka uygun bir eylemde bulunmuş sayılmaz. Zira kişi, sadece hukukça yasaklanmış olmayı dikkate aldığında, ahlaka uygun davranmayı değil, pizzayı aldığı takdirde hukukun öngördüğü cezadan kaçınmayı amaçlamaktadır.
Hukukîliğin devletle ilgili bir mesele olmasının, hukuk kurallarının din kurallarıyla ilişkisi açısından da pratik bir anlamı vardır. Hukuk kuralları, devlet tarafından çı-
Bir kural, devlet tarafından çıkarılmışsa hukuk kuralıdır.
Bir görüşe göre devletin çıkardığı kurallara kanun denilse bile hukuk kanunları aşan bir kavramdır.
Devletin çıkardığı kurallara din kuralı denemez.
Devlet hukuku yaratır, hukuk da devleti...
Yargılama faaliyeti, bir eylemin bir kurala uygun olup olmadığını belirlemektir.
karılmış kurallar olarak tanımlandığında, devletin çıkardığı kurallar da hukuk kuralı olarak kabul edildiğinde, din kuralları ile hukuk kuralları köklü bir şekilde birbirinden ayrılmış olur. Bunun sonucu olarak da, sıklıkla rastlanan bir kavram, mantıken anlamsız hâle gelir. Bu kavram, ‘teokratik devlet’tir. Teokratik devlet, din kurallarının hakim olduğu bir devlet olarak tanımlanır. Ne var ki, siyasal iktidarın çıkardığı ve uyguladığı kurallar, hukuk kurallarıdır. Kavramsal olarak devlet, din kurallarını uygulamaz. Yahut devletin çıkardığı ve uyguladığı kurallara din kuralı denmez. Devlet olsa olsa, belli bir dinin kurallarına uygun kurallar çıkarır. Ama iktidarın ürünü olmakla, bu kurallar hukuk kuralı olacaktır. Zaten yukarıda da belirttiğimiz gibi, ahlak, din ve hukuk kurallarının bir kısmı örtüşebilir. Bir hukuk sisteminin ve iktidar sahiplerinin herhangi bir ahlak anlayışından, aynı zamanda da belli bir dinden etkilenmeleri pekâlâ mümkündür. Hatta aşağıda göreceğimiz gibi, hukuk aynı zamanda bir değeri de temsil ettiğinden, bu çoğunca kaçınılmazdır. Ancak, tekrarlayacak olursak, devletin yarattığı ve uyguladığı kurallar, hukuk kurallarıdır, din kuralları değil.
Hukukun, devletin ürünü olması nedeniyle doğallıkla sahip olduğu bazı özellikler bulunmaktadır. Bu özelliklere değinmeden önce, bir noktanın altını çizmemiz gerekiyor. Her ne kadar hukukun devletin ürünü, devlet yapımı kurallar olduğunu söylüyorsak da, devlet ve hukuk ilişkisi, yapan-yapılan ilişkisi kadar basit değildir. Zira hukukun yaratıcısı olarak devleti kolaylıkla teşhis edebilmemize karşın, döngüsel bir şekilde, devletin de hukuk tarafından yaratıldığını gözlemleriz. Eğer devlet bir iktidar örgütlenmesi ise bu örgütlenme doğal olarak kurallara, yani hukuka dayanır. Örgütlenmenin biçimi, sınırları, yetkileri ve gücü, tümüyle hukuk tarafından belirlenir. Öte yandan hukuk, yine bu örgütlenme tarafından üretilmektedir. Dolayısıyla hukuk ve devlet sürekli olarak birbirlerini yaratmaktadır. Bu durumda ise hukuk sözcüğünü kullandığımız yerde devlet sözcüğünü, devlet sözcüğünü kullandığımız yerde ise hukuk sözcüğünü kullanmamız, herhangi bir anlam kayması yaratmaz. Kısaca diyebiliriz ki, hukuk ve devlet sözcükleri, aynı anlam ve olgular bütününe gönderme yaparlar. Şimdi, hukuk veya devlet olmanın doğal anlamlarından bir kaçını ele alabiliriz.
‘Hukuk kuralı’, ‘merkezi siyasal iktidar’ veya ‘devlet’ ifadelerinin taşıdığı zorunlu bir anlam, ‘örgütlüyargılama’dır. Yargılama, herhangi türden bir kuralın varlığında kendiliğinden ortaya çıkar. Yargılama, bir eylemin bir kurala uygun olup olmadığını belirlemedir. Bu açıdan ahlak kuralları söz konusu olduğunda kişinin kendi eylemleri hakkında yaptığı değerlendirme bir yargılama, kişi de bu durumda kendisinin yargıcı olduğu gibi, diğer insanların değerlendirmesi de yargılamadır. Ancak hukuktan ve devletten bahsettiğimizde, bu yargılama örgütlenmiş, kurumlaşmış, egemenlik alanının tamamında etkin, sürekli ve düzenli bir şekilde karşımıza çıkar.
Özellikle içinde yaşadığımız siyasal yapılanma biçimini dikkate alacak olursak, bir devletin ve hukukun varlığından bahsetmek, devletin kurduğu ve desteklediği örgütlü yargılamanın var olduğunu söylemektir. Örgütlü bir yargılamayı, devlet yapılanmasının dışında gözlemlemek mümkün değildir. Eğer bir devlet içerisinde, o devletin hukukundan ve yargılama sisteminden ayrı başka bir yargılama sistemi kurulmuş ise, gündelik dilde ‘devlet içinde devlet’ ifadesini kullanırız. Zira yargılama yetkisi, devletin istisnai, yani sadece kendisine ait yetkilerinden kabul edilir. Eğer toplumda iktidarı ele geçirdiğini iddia edilen güç, koyduğu kurallara uyulup uyulmadığını düzenli ve örgütlü kurumlarla yargılayamıyorsa, iktidarın tam anlamıyla kurulamadığını söylemek mümkün olur. Bir devletin egemen bir güç olması, iktidar iddiasında bulunduğu sınırlar içerisinde yargılama yapabilmesine ve sadece merkezi siyasal iktidarın bu yetkiyi kullanıyor olmasına bağlıdır.
Devletin örgütlü yargılama faaliyetinde ilk olarak göze çarpan, mahkemelerdir. Mahkemeler, devlet tarafından yaratılan hukuk kurallarına fiilen uyulup uyulmadığını belirler. Mahkemelerin bir kısmı, suç adı verilen ihlallerle ilgilenir. Suç, iktidarın önemli gördüğü kural ihlalleridir ve bir eylemin bu türden bir ihlal olduğu mahkemece tespit edilirse, mahkemenin diğer görevi, hukukun öngördüğü çerçevede bir cezaya karar vermektir. Suç oluşturduğu kabul edilen eylemlerde devlet, aynı zamanda davacı konumundadır. Dolayısıyla suç işlediği düşünülen kişinin mahkemece yargılanması süreci, yine devlet tarafından yönetilir. Söz gelimi Türk hukuku, suç mağdurlarının, mesela eşyası çalınan bir kişinin, bizzat dava açmasına izin vermez. Kabaca ‘bir başkasının malını, izinsiz olarak kendi menfaati için almak’ şeklinde tanımlanabilecek hırsızlık, hukuk düzeni tarafından önemli bir kural ihlali olarak görülür. Hırsızlık eyleminden şikayet veya ihbar gibi bir yolla haberdar olan devlet görevlisi, yani savcı, gerekli hazırlığını yaptıktan sonra, ceza mahkemesinde zanlı (şüpheli) aleyhine dava açar. Mahkeme, hukukun öngördüğü yargılama kuralları çerçevesinde, yargılanan kişinin, yani sanığın, gerçekten bu eylemi yapıp yapmadığını araştırır. Eylemin sanık tarafından gerçekleştirildiği kanaatine varıldığı takdirde, mahkemece bu eylem için bir cezaya hükmedilir.
Mahkemelerin bir kısmı ise bireyler arasındaki suç oluşturmayan uyuşmazlıkların giderilmesiyle ilgilenir. Bir eşyanın veya taşınmazın kullanımıyla, ailevi ilişkilerle veya ticari ilişkilerle ilgili uyuşmazlıklar, mahkemeler tarafından hukukun öngördüğü çerçevede sonuca bağlanır. Eşyanın kimin mülkiyetinde olduğu, taşınmazı kimin kullanacağı, verilen zararın nasıl tazmin edileceği, çocuğun babasının kim olduğu, bozuk mal satın alan kişinin satıcıdan neler talep edebileceği gibi uyuşmazlıklar, bu mahkemeler tarafından karara bağlanır. Bu uyuşmazlıklarda da çeşitli hukuk kuralları ihlal edilmişse de, devlet bu ihlalleri cezalandırmaya gerek görmez.
Hangi olaylara ve uyuşmazlıklara hangi mahkemelerin bakacağı, yargılama sürecinin nasıl başlatılacağı, yargılama sürecinde tarafların ve yargılama makamlarının hangi kurallara uyacağı hukuk kuralları tarafından belirlenmiştir. Yargılamanın örgütlülüğü bu belirlilikle ortaya çıkar. Böyle bir örgütlü yargılama, hukukun doğal bir özelliği iken söz gelimi örf ve âdet kuralları söz konusu olduğunda, kuralların ihlal edilip edilmediğine kimin, nasıl karar vereceği, yargılamanın nasıl başlatılacağı belli olmadığı gibi, düzenli ve belirli bir yargılama usulü de bulunmaz. Türk hukuk sisteminin kurduğu yargı örgütü ve usulü, bu kitabın dördüncü ünitesinde ayrıntılı bir şekilde incelenecektir.

 

KAYNAK: www.puuny.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder