16 Mayıs 2021 Pazar

Hukukun Dalları

İç Hukuk - Dış Hukuk Ayırımı

Bu ayrım, hukuk kurallarının geçerli olacağı ve uygulanacağı coğrafi sınırlara göre yapılmaktadır. Devletin hukukunun uygulanması bakımından yetki alanı iç hukukun coğrafi sınırlarını oluşturur. Dolayısıyla, milli sınırlar iç hukukun uygulanması bakımından önemlidir. Bu bakımdan, kaynağı açısından değil, uygulanması açısından ulusal hukuk da denilen iç hukuk, bir ülkenin dış ülkelerdeki temsilciliklerinde ve bilhassa özel hukuk bakımından yurt dışında yaşayan yurttaşlarına da uygulanabilir.

Dış hukuka uluslararası hukuk da denir. Bu hukuk, devletlerin birbirleriyle ve uluslararası kuruluşlarla ilişkilerinin yanında, uluslararası kuruluşların birbirleriyle ilişkilerini de düzenler. Ayrıca, bir hukukî ilişkinin taraflarının değişik ülkelerin yurttaşları olmaları halinde yahut haymatlos (vatansız) statüsünde bulunan kişiler arası ilişkilerin söz konusu olması halinde, hukukî ilişkiler dış hukuka göre de düzenlenebilir. Burada milli sınırları aşan bir uygulama alanı vardır. Devletler Genel Hukuku ve Devletler Özel Hukuku bu kapsama girerler.

Maddi Hukuk - Şekli Hukuk Ayırımı

Maddi (Nesnel) Hukuk, hakların gerçek içeriklerine ilişkin hukuktur. Bu içeriği düzenleyen kuralları kapsar. Bunlar; hukuk düzeni kapsamına giren hakları ve ayrıcalıkları ortaya koyan, yasakları ve yükümlülükleri belirleyen kurallardır. Kişilerin hukukî durumları, birbirleriyle, toplumla ve toplum içerisindeki çeşitli kurumlarla ilişkileri bu kurallarda gösterilir ve düzenlenir. Medeni Hukuk, Ceza Hukuku birer maddi hukuk dalıdırlar. Dolayısıyla, örneğin Borçlar Kanunu'ndaki, Ceza Kanunundaki hemen tüm kurallar maddi hukuk kurallarıdır.

Maddi hukuk ile düzenlenmiş olan hakların, yetkilerin, ayrıcalıkların nasıl sağlanacağı, yükümlülüklerin hangi yollarla gerçekleştirileceği ise şekli (biçimsel) hukukun konusudur. Hakların devlet organları vasıtasıyla korunması bu hukukça düzenlenir. Dolayısıyla, özellikle hukukî ihtilafların çözümü bakımından şeklî hukuk önem taşır. "Maddi hukuk tarafından kişilere tanınan yetki ve hakların çekişmeli hallerde nasıl elde edileceğini, ödev ve borçların yerine getirilmesinin yöntem ve yollarını düzenleyen hukuka şeklî hukuk denilir. Bu hukuk dalı, bir bakıma yaptırımın işleyiş ve uygulanış biçimini de göstermektedir" . Medeni Usul Hukuku, İcra ve İflâs Hukuku, Anayasa Yargısı Hukuku, İdari Yargılama Hukuku birer şeklî hukuk dalıdırlar. O halde, bir uyuşmazlığın yargı önüne nasıl çıkartılacağı, yargılamanın nasıl başlatılacağı, sürdürüleceği ve bitirileceği, verilen kararların nasıl uygulanacağı, usul hukuku kapsamındaki kurallarla düzenlenmiştir.

Hukuk Sistemleri

Tarihi olarak ve günümüzde yaşayan belli başlı hukuk sistemlerine kısaca değinelim.

Roma-Germen Hukuku

Roma hukukuna dayanan ve kara Avrupa'sında hala uygulanan hukuk sistemidir. Bu sistem önceleri daha ziyade geleneklere dayanmaktadır. Justinianus'un Corpus İuris Civilis adlı eserinde temel ilkeleri belirtilen kurallarla kişiler arası hukuki ilişkileri düzenleme amacındadır. Tarihi gelişimi içinde kamu hukuku da sistemin diğer önemli bölümü haline gelmiştir. Almanya, İtalya ve Fransa hukukları Roma hukukuna dayanır. Türkiye Cumhuriyeti de iktibas yoluyla Roma hukukunu benimsemiştir.

Anglo-Sakson Sistemi (Common Law): İngiltere'de XI. yy'dan itibaren Roma hukukunun etkisi dışında gelişmeye başlamıştır ve günümüzde Anglo-Amerikan ülkelerinde uygulanılmaktadır.

Sistem hakimlerin içtihadına dayanmaktadır ve Kara Avrupa'sındaki yasalaştırma (kodifikasyon) hareketleri dışında kalmıştır 19.Asırdan itibaren çok sayıda yasa çıkarılmış olsa da vaka hukuku (case law) karakterini sürdürmektedir.

İslam Hukuku

İslam dininin temel ilkelerine ve yorumlarına dayanan ve tarihte İslam toplumlarınca uygulanmış, bugün bazı İslam ülkelerinde uygulanan bir hukuk sistemidir. Temel kaynakları Kitap, sünnet, icma ve kıyastır

  1. Kitap: Kur'ân-ı Kerim,
  2. Sünnet: Hz. Peygamberin sözleri, fiil ve onayları,
  3. Ümmetin icma'ı: Peygamberimiz'in vefatından sonra, herhangi bir dönemde yaşayan müçtehitlerin, uygulamayla ilgili bir konunun çözümünde görüş birliğine varmaları,
  4. Fakihlerin kıyâsı: Hukukçuların, bilinen iki şeyden, hakkında nass bulunanın hükmünü, aralarındaki nedensellik benzerliğinden dolayı hakkında kural bulunmayan şey (ya da olaya) yorum yaparak uygulamasıdır. "Kıyas" yoluyla geliştirilen fetvalar nedeniyle İslam Hukuku Common Law'a benzemektedir.

Osmanlı İmparatorluğu döneminde ülkemizde, ağırlığı İslam hukukuna dayanan karma bir sistemin bulunduğu görüşü egemendir; Dini hukuk yanında örfi hukuk da gelişmiştir. Hâkimler için bir el kitabı ihtiyacından hareketle İslam Hukukunun özel hukuka ilişkin temel kuralları ve çok sayıda fetva 19.yy'ın 3.çeyreğinde bir komisyon tarafından derlenip Padişah iradesi ile yürürlüğe konmuştur. Kısaca Mecelle olarak anılan bu eser, Türkiye'de 1926'ya kadar uygulanmıştır.

Sosyalist Hukuk

Üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin ve miras hakkının tanınmadığı, bu nedenle özel hukukun gelişmediği bir hukuk sistemidir. Rus (Ekim 1917) Devrimi sonrasında sistemleştirilmiş olup sosyalist düşünce hukuku bir üstyapı kurumu olarak gördüğünden ideal komünist düzende tümüyle ortadan kalkacağı savunulmuş ancak 80 yıllık Sovyet ve Doğu Bloku uygulaması bunu başaramamıştır. Günümüz sosyalist ülkeleri çoğunlukla arayış/geçiş görüntüsü vermektedir.

Hukukun Fonksiyonları Ve Amaçları

Toplumsal Düzeni Sağlamak

Romalıların "Toplumun olduğu yerde hukuk vardır" sözü, hukuk kurallarından yoksun bir toplum hayatının mümkün olmadığını gösterdiği gibi, hukukun toplumsal fonksiyonunun toplumsal dirlik ve düzeni sağlamak olduğunu da gösterir. Hukuk kuralları sayesinde toplum hayatı kaos ve başıboşluktan korunur, belirli bir düzen(liliğ) e kavuşmuş olur. Bu bağlamda düzensizliğin ne anlama geleceğini görmek için, trafik kurallarının hiç olmadığı bir ortamı düşünmek yeterlidir. Hukuk sayesinde düzen sağlanabileceği gibi, düzeni bozan faaliyetlerin ve uyuşmazlıkların zorbalıkla değil, önceden belirlenmiş bir düzen içerisinde, örneğin yargı süreci ile çözümü de mümkün olur. Hukukun diğer fonksiyonları ve amaçları toplumsal düzeni sağlamak ve sürdürmek fonksiyonunu hayata geçirirler.

Hukuki Güvenlik Sağlamak

Toplumsal düzenin sağlanması hukuk güvenliği çerçevesinde gerçekleşir. Hukukî güvenlik hukukun temel bir değeridir. Hukukî güvenlik sayesinde toplumda istikrar ve güven duygusu gelişir. Hukukî güvenlik; hukuk kurallarının hayata geçirilmesi, bunlara uygun davranmanın özendirilmesi ve sağlanması suretiyle, toplumun ortak çıkarlarının, tek tek bireylerin kişisel çıkarlarını gözardı etmeksizin gerçekleştirilmesi ile olur. Hukukî güvenlik sağlanırken bazı işlemlerin belli şekil şartına bağlanması, belirli kişiler ve sosyal gruplar için özgürlüklerin daraltılması sözkonusu olabilir; bazı hallerde iyi niyetin korunması; bir taşınmaz alım satımının veya bir evlenme sözleşmesinin geçerli olması için mutlaka belirli bir şekilde, belirli bir kamu görevlisi önünde yapılması gibi. Ancak bu sayede, toplumun hukuki güvenliği korunmuş, doğması mümkün çatışmalar baştan engellenmiş olur. Hukuk güvenliği sayesinde kişiler, birbirlerine karşı olduğu gibi, devlete karşı da haklarını ileri sürebilirler ve koruyabilirler.

Bu vesile ile Avusturyalı ünlü hukuk felsefecisi Jhering'in şu sözünü hatırlatalım: "Şeklîlik keyfiliğin can düşmanı, hürriyetin ikiz kardeşidir." Gerçekten, çoğu hukuk kuralları şeklîlik içerirler. Ancak bu şeklîlik sayesinde, hem kendimizden bekleneni, hem de karşımızdakilerden beklediğimiz davranışın ne olduğunu önceden bilebiliriz.

Toplumsal Barışı Sağlamak

Hukuk kuralları sayesinde farklı insanların ve grupların toplum düzenini sarsmaksızın birliktelikleri sağlanır. Böylelikle, güçlünün zayıfı ezmesi, farklı gruplar arasında çatışmaların çıkması önlenir. Avantajlı olanların gücü sınırlanıp toplumsal denge kurulur. Kişilerin ve grupların birbirlerini ortadan kaldırmayı hedefleyen bir sürece yönelip, toplumu kargaşaya ve kaosa sürüklemeleri önlenir. Bu bağlamda sosyal ilişkiler, eşitliği, güvenliği ve özgürlüğü gözetici bir nitelikte, rekabet ilişkileri düzeyinde kalırlar.

Hukuk sayesinde toplumsal düzenin, güvenliğin ve barışın sağlanabilmesi için; bu kuralların kesin, açık ve net ifadelerle ortaya koyulması, takdir yetkisine zorunluluk olmadıkça yer verilmemesi, kuralların noksansız uygulanması, fiilen terk edilmiş (metrûk) olmaması, usulüne uygun biçimde değişmesine ya da yürürlükten kaldırılmasına kadar uygulanması gerekir.

Eşitlik Sağlamak

"Eşitlik, tersini haklı kılan akılcı (rasyonel) nedenler bulunmadıkça eşit kişiye ve olguya eşit, eşit olmayan kişiye ve olguya ise eşit olmayan işlemin yapılması anlamına gelir. Bu anlamıyla keyfiliğin, kayırmanın, ayrıcalığın karşıtı olarak algılanır, eşitlik ve dolayısıyla adalet" . Hukukun aradığı eşitlik mutlak bir eşitlik değildir. Eşit konumda ve statüde bulunan kişilere, birbirinden farksız nitelik taşıyan işlemlerde aynı biçimde davranılmasıdır. Bunun en belirgin örneği kanun önünde eşitlik ilkesi ile belirtilebilir.

Keza, anayasamızdaki; "devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar" (AY.m.10/5) hükmü de eşitlik ilkesinin en üst norm düzeyinde ifadesidir. Rasyonel ve hukukî bir gerekçeye dayanarak, farklı statülerde bulunan kişilere hukuk kurallarının uygulanmasında, olabildiğince kamu vicdanını da incitmeyecek biçimde farklı usul ve esaslara dayalı işlemler yapılabilir.

Adaleti Gerçekleştirmek

Adalet, hukukun hem en önemli temel değeri, hem de en önemli amacıdır. "Hukuk adalet bilimi olarak da tanımlanır. Hukuk gücünü kişilerin kendilerine uygulanan kuralların adil olduğu yolundaki bir duyguya sahip olmalarından alır". Bu bakımdan, adalet hukukun diğer amaçlarından daha önemlidir. Zira diğer amaçlar aracılığıyla gerçekleştirilmek istenen temel hedef de adalettir. "Adalet hukukun başlıca ilkesi; varlık nedeni olduğu gibi aynı zamanda amacıdır. Hukuk adaletin gerçekleştirilmesi için bir araç olarak düşünülmüştür. Hukuk yapısı gereği tek amaca yönelemez. Ne var ki amaçları arasında adalet olmayan düzene de hukuk denemez... Toplumun adalet değerine göre düzenlenmesi ve yönetilmesi hukukun görevidir". Hemen ifade edelim ki, adalet göreli bir kavramdır. Kişiden kişiye, toplumdan topluma, zamandan zamana, ideolojiden ideolojiye farklı, hatta yer yer birbirine karşıt anlamlar içerir. O halde, önemli olan, hukuk kurallarının, uygulandığı toplumun adalet anlayışı ile olabildiğince uyumlu kılınmasıdır. Başka bir deyişle, bir ülkede hukukun güçlü olması demek; o ülkedeki hukuk kurallarının caydırıcı, özendirici yaptırımlara sahip olması, hatta bu yaptırımların noksansız uygulanabilmesi demek değildir. Bir ülkede hukuku güçlü kılan temel husus, uygulanan hukuk kurallarının adaleti amaçladığı, adalet anlayışı ile uyuştuğu hususunda toplum üyelerinin olabildiğince güçlü ve yaygın bir kanaate sahip bulunmalarıdır.

Adaletsizliğe nazaran düzensizliğin ortadan kaldırılmasının öncelik taşıdığı Goethe'ye atfen ifade edilir. Gerçekten, adaletsizliği içeren bir düzenin belirsizlik yüklü bir kaostan, yani düzensizlikten daha az kötü olduğu iddia edilebilir. Ancak, önemli ve ideal olan iki olumsuzluktan birinin tercihi değil, iki olumluluğun uyumlu birlikteliğidir; adaleti içeren bir hukuk düzeninin kurulmasını sağlamak ve buna göre bir toplum düzeni oluşturmaktır.

Sonuç itibarıyla, adaletin sağlanması ile hukuk üç yönden ilgilenir:

  • Adalete uygun hukuk kurallarının oluşturulması,
  • Adalete uygun bir hukuk/yargılama düzeninin kurulması,
  • Hukuk kurallarının adalete uygun biçimde uygulanması.

Sosyal İhtiyaçları Karşılama

Kaynağını sosyal ihtiyaçlardan alan ve sosyal davranışlara dayanan hukuk, toplumsal talepleri karşılamak durumundadır. Toplumsal ihtiyaçlar karşılandığı ölçüde sosyal barış sağlanabilir. Yaşama, refah, kendini gerçekleştirme, güvenlik gibi hak ve ihtiyaçların karşılanabilmesi için hukuki düzenlemelerden yararlanılır. Toplumsal taleplerin ve değişimin yönetilmesi için hukuka ihtiyaç vardır. Hukuk, güçlü olanların değil hak sahiplerinin taleplerini gerçekleştirmelidir.

Zihniyet Oluşturma

Ekonomik ve sosyal düzenin kurulması ve korunması için buna uygun kurallar konulur; başka bir deyişle hukuk egemen dünya görüşünün yansımasıdır. Hukuk düzeni bu suretle bir zihniyet oluşturur ve buna bir yaptırım getirerek toplumun bunu benimsemesini ve sürdürmesini sağlar. Cumhuriyet döneminde Batılılaşma yanlısı görüşlerin hayata geçirilmesini sağlayan hukuk reformu ve 24 Ocak Ekonomik Kararlarının uygulanmasını sağlayan liberal hukuki düzenlemeler en tipik örneklerdir.

Ahlâk Kuralları ve Hukuk

Ahlâk kuralları, görgü kurallarına göre daha yoğun, daha yaygın, tarihsel ve toplumsal temeli daha güçlü olan kurallardır. Görgü kurallarına nazaran daha geniş bir çevreye egemendirler. Bunlar, insanların sadece topluma karşı değil, kendilerine karşı ödevlerini de içerir. Bir toplumun iyi-kötü, olumlu-olumsuz nitelikli değer yargılarına göre şekillenen ve bu bağlamda yapılması veya kaçınılması gereken toplumsal davranış kurallarıdır. Kişilerin hem kendilerine hem de diğer insanlara karşı vazifelerini gösterirler ve düzenlerler. Birer yükümlülük niteliğinde emirler ve yasaklar içerirler.

Görgü kurallarının sosyolojik bir karakteri olmasına karşılık; ahlâk kuralları aynı zamanda, sosyolojik karaktere ek olarak felsefî nitelik de taşırlar. Daha yaygın oldukları gibi, daha da hassastırlar. Bu iki özellik etkinlik farkı yaratır. Toplum hayatında kişiler hem kendilerinin hem başkalarının davranışları hakkında doğru-yanlış, iyi-kötü gibi değer yargılarında bulunurlar. Bazen de bu hususta toplumda yaygın değer yargılarına göre davranırlar. Oysa görgü kurallarında uygun-uygunsuz, zarif-kaba gibi daha sınırlı bir niteleme söz- konusu olur.

İnsan, içinde yer aldığı toplumun değerlerinden kendini tamamen soyutlayamaz. Hangi tür davranışların ahlâki sayıldığını, örneğin namuslu ve dürüst bir insan olarak kabul edilmesi için kendisinden neler beklendiğini bilir. Kötülük ve fenalık yapmaktan kaçınan, iyilik yapmayı ilke edinmiş, saygın ve erdemli bir kişi olarak tanınmak ister. Davranışlarını kendi bilincinde ve nefsinde değerlendireceğini de bilir. Bu husus ahlâkı ikili bir ayrıma götürür: Kişisel veya sübjektif ahlâk-toplumsal veya objektif ahlâk.

Kişisel ahlâk insanın kendi vicdanına karşı vazifelerini gösterir. "Dürüst ol", "kötülüklerden kaçın", "yalan söyleme" tarzındaki emirler bu tür ahlâk kurallarıdır. Toplumsal ahlâk kuralları ise, insanların diğer insanlara karşı ödevlerini içeren; diğer insanlarla ilişkilerinde toplumca onaylanmış, beğenilmiş, iyi ve doğru sayılan türde ilişkiler kurmasını amaçlayan kurallardır; "kimsenin malına ya da canına zarar vermemek", "fakirlere, yaşlılara yardımcı olmak" gibi.

Ahlâk kurallarının görgü kurallarına nazaran daha etkin oluşları, bu kurallara uymayan kişilerin toplumca "ahlâksız" addedilmelerinin "görgüsüz" sayılmaya nazaran daha ağır bir tepki içermesinden de anlaşılır. Ahlâk kurallarının daha yaygın oluşları da onların etkinliğinde rol oynar.

Bir davranışın ahlâka uygunluğu bazen kişisel ve toplumsal ahlâk bakımından çelişkili bir nitelik taşıyabilir. Örneğin, bir yoksula ya da yaşlıya yardımcı olmak toplumsal ahlâka tamamen uygun olmakla birlikte, eğer bu yardım gösteriş amacı ile yapılmışsa kişisel ahlâka aykırıdır.

Toplumsal ahlâk kurallarını hukuk kurallarından soyutlayamayız. Bunu gösterecek biçimde, örneğin Borçlar Kanununun (B.K.) 20. maddesi, konusu ahlâka aykırı sözleşmelerin hükümsüz olduğunu açıkça ifade eder. Örneğin, yalancı şahitlik ya da fuhşa aracılık etme sözleşmeleri, konuları ve amaçları bakımından ahlâka aykırı oldukları için hukukî geçerlilik taşımazlar. Taraflar böyle bir sözleşmeye dayanarak devletten hukukî himaye talebinde bulunamazlar. Bir başka deyişle, "hukuk, ahlâka aykırı bir amaç için gerçekleştirilmiş bir sözleşmenin taraflarını birbirine karşı korumaz". Toplumsal ahlâk kuralını dikkate almak kişiler açısından özünde kişisel bir tercihtir. Ahlâk kurallarına aykırı ya da uygun davranmak aynı zamanda vicdani bir tercihtir.

Bazı hukuk kurallarının kökeninde ahlak kuralları vardır. Ancak bir toplumsal ahlâk kuralı, hukuk kuralına dönüşmüş ise, burada artık bir ahlâk kuralından değil, hukuk kuralından söz etmiş oluruz. Ahlâk kuralı kökenli hukuk kurallarına çok sayıda örnek verilebilir. Yalancı şahitlik, ahlâka aykırı bir davranış olduğu gibi, aynı zamanda ceza kanuna göre suç da oluşturmaktadır. Yoksula yardım etmek de ahlâki bir davranış kuralıdır. Bu yüzden, hiç kimse çevresindeki yoksullara yardım etmeye zorlanamaz. Ancak, Medeni Kanun (MK) 364. maddesi gereğince; bir kimse yardım etmediği takdirde yoksul duruma düşecek olan annesine ve babasına, büyükannesine ve büyükbabasına; çocuklarına ve torunlarına; erkek ve kız kardeşlerine yardım etmekle yükümlüdür. Bu kurallar sadece ahlâk kuralı olarak kalsaydı bunlara aykırı davranmak iyi ve doğru bir davranış göstermemek olurdu. Hukuk kuralı halini aldığında ise, aykırılık manevi anlamı aşar ve maddi bir içeriğe sahip olan hukuka aykırılık haline gelir. Ahlak kurallarının hukuk kuralları üzerindeki genel etkisine MK'un daha başlangıcında (2.maddesinde)işaret edilmektedir: Dürüst davranmak bir yanda ahlaki bir davranış iken, diğer yandan da gerek haklarını kullanırken gerekse borçlarını yerine getirirken herkesin uymakla mükellef olduğu bir hukuk kuralı olarak önemle vurgulanmaktadır

Hukuk kuralları ile ahlâk kuralları karşılaştırıldığında şunlar söylenebilir: Ahlâk kuralları kişinin kendi nefsine ilişkin ödevlerini de kapsadığı halde; hukuk kuralları diğer insanları etkilemeyen davranışlarla ilgilenmez. Kişinin davranışı dış dünyaya yansımadığı ve bir hukuk normunu ihlal eder niteliğe bürünmediği takdirde hukuk bunu asla dikkate almaz. 

Örneğin, hırsızlık ve yalan söylemek ahlâka aykırıdır. Bir kişinin hırsızlık yapmayı düşünmesi hukuk düzenini ilgilendirmez. Ancak, hırsızlık yapması veya teşebbüs etmesi dış dünyaya yansıyan fiiller oldukları için hukuku ilgilendirir. Aynı şekilde, birbirini çok seven iki kişinin birbirlerine abartılı ve yalan olduğu besbelli biçimde hitap ve iltifat etmeleri olsa olsa bir hazza ve tebessüme yol açar; hukuku ilgilendirmez. Ancak, bir duruşmada örneğin tanık sıfatı bulunan bir kişinin yalan söylemesi ya da gerçeği gizlemesi suçtur.

Ahlâk kurallarının emir, yasak gibi yükümlülükler getirmesine karşın, hukuk kuralları kişilere bunların yanında haklar ve yetkiler de tanır; alacağını dava edebilmek, hukukî korunma isteyebilmek gibi. "Hukuk ve ahlâk öncelikle insan ve insan davranışlarına yönelmiş olma açısından aynı düzlemde bulunmaktadırlar". Ahlâk "iyinin" hukuk ise "adaletin" gerçekleşmesini sağlamaya çalışır. Ahlâk, örneğin "dürüst yaşama" gibi bir durumu kavradığı halde; hukuk örneğin " başkasına zarar vermeme" gibi bir yükümlülük belirticidir. Ahlâk bakımından esas olan kişinin iç dünyasıdır, sorumluluğu da vicdanına karşıdır. Oysa hukuk kurallarında genellik egemen form olduğu gibi, sorumluluk da topluma karşıdır.

Bir davranış biçimi toplum hayatı için ne kadar gerekli görülürse görülsün; salt bir ahlâki norm halinde kalması halinde, ona uyulmaması hukuk düzenini harekete geçirmez. Hukuk düzeni içine alınmadıkları sürece ahlâki kurallara uymaları yönünde kişileri zorlayıcı bir hukukî yaptırım yoktur. Zira bunların yaptırımı manevidir; kişiye vicdani bir rahatsızlık verebilir, kuralı koyan toplumu rahatsız edebilir ve bazı olumsuz nitelemeleriyle karşılaştırabilir. Oysa hukuk kurallarının yaptırımı -evvelce ifade ettiğimiz üzere- bundan farklıdır.

Hukuk kuralları çok büyük ölçüde yazılıdır. Buna karşılık ahlâk kuralları büyük ölçüde yazısız olup, sistematik de değildir. Ancak, ahlâk kuralları sübjektif ve kişinin kendi nefsine yönelik yükümlülüklerine de yer verdikleri için hukuk kurallarından daha kapsamlıdır.

Ahlâk kurallarının konulması anlamında "kabul" kişisel bir nitelik taşır. Dolayısıyla ister kişisel ister toplumsal nitelik taşısın, bir ahlâk kuralını kişi kendi kararı ile kabullenir, içselleştirir. Oysa hukuk kuralları, birey olarak kişinin iradesine (kararına) göre oluşmaz, kabullenilmez. Bu kurallar tekil kişinin dışında olan bir yetkili iradenin ürünüdürler. Bununla birlikte, unutmamak gerekir ki, biraz evvel Borçlar Kanununa göndermede bulunarak belirttiğimiz üzere ahlâk, geniş ve genel anlamıyla bir hukuk kaynağıdır.

Görgü Kuralları ve Hukuk

Görgü kuralları, aileden iş çevresine kadar, insanların gündelik yaşamlarında, birbirleriyle ilişkilerinde takındıkları tutumları, konuşmaktan yeme-içmeye, oturma-kalkmadan giyinmeye, sade ilişkilerden törensel ilişkilere değin davranışları kapsar. Başsağlığı dilemekten tebrik sunmaya, ortama uygun kıyafetle dolaşmaya ya da çalışmaya, birbirlerini çevrelerinin uygun gördüğü şekilde selamlamaya değin pek çok görgü kuralı vardır.

Görgü kurallarına uyulması halinde sosyal ilişkilerin temelde zedelenmeksizin sürdürülmesi mümkündür. "Görgülü insan" tanımlaması, sosyal ilişkilerini sağlıklı bir süreçte yürütebilen, başkalarına karşı nazik, zarif, saygılı davranan insanı anlatır. Bu kurallar toplum içerisinde kişiler arası ilişkileri etkileyen en yalın kurallardır. Toplum üyesi kişinin, davranışlarını, kınanma, saygısız addedilme; görgüsüz veya komik olarak nitelendirilme gibi olumsuzluklarla karşılaşmaksızın sürdürmesini sağlayan görgü kuralları toplumsal yapının karmaşıklık düzeyine göre farklılıklar gösterir. Küçük bir yerleşim biriminde görgü kuralları oldukça yoğun ve etkindir. Denilebilir ki; nerede ise örf ve âdet halini almıştır; onlarla iç içe geçmiştir.

Oysa bu kurallar, yaşanılan yerleşim birimi büyüdükçe farklılaşırlar ve giderek diğer görgü kuralları ile karşılaşır hale gelirler. Zaten kişiler, farklı bir çevreye girdikçe farklı görgü kuralları ile karşılaşırlar. Bir ziyafete, bir diploma törenine, düğüne ya da cenazeye, bir plaja yahut ibadethaneye giden kişi, buralarda kendinden beklenen davranışların ne olduğunu bilir, onlara uymaya çalışır.

Nezaket yahut adab-ı muaşeret kuralları olarak da isimlendirilen bu kurallar, toplum hayatının düzenliliği açısından fonksiyon görürler. Bir cenaze töreninde yahut bir nikâh töreninde karşılaşan insanların bu esnada birbirleri ile selamlaşmaları farklılık gösterir; ilkinde daha sessiz ikincisinde güler yüzlü bir olması gibi. Giyside bu farklılık daha net görülür. Plaj yahut piknik giysisi ile resmi bir davete katılmada tercih edilen giysi arasında farklılıklar söz konusudur. Bir kıyafet balosuna maske takmak yahut efe giysisi, şövalye giysisi gibi bir giysi ile katılmak yadırganmaz, ilginç ve hoş karşılanır. Oysa cenaze veya nikâh törenine böyle bir giysi ile katılmak görgü kuralları ile bağdaşmaz.

Görgü kurallarına uyulmadığı takdirde, diğer toplumsal davranış kurallarına nazaran daha sınırlı tepkilerle karşılaşılır. Bu tepkiler, "gülünç" bulmaktan homurdanmaya; hatta uyarmaya kadar gidebilir. Örneğin; düğüne davetli kişilerin küçük de olsa bir hediye takdim etmeleri yahut plajda takım elbise ve kravat ile dolaşılmaması yaygın birer görgü kuralıdır. Ancak, bu kurallara uymayanların düğün salonuna yahut plaja alınmamaları söz konusu olmaz. Onların, görgü düzeyi noksanlığı nedeniyle yakışıksız davrandıkları düşünülür. Yadırganmak, görgüsüz ya da gülünç bulunmak o kişide mahcubiyet yaratır. Oysa plaj kıyafetiyle şehirlerarası otobüste seyahat etmek, özellikle bir ibadethaneye girmek homurtu ve uyarıya neden olur. Her ne olursa olsun, bir görgü kuralına uymamak kişiyi "şüpheli (sanık)" durumuna düşürmez. Manevi nitelikli bir yaptırım ile karşı karşıya bırakır. Bu bakımdan, görgü kurallarının temel fonksiyonlarının gündelik hayata zarafet katmak olduğunu söyleyebiliriz.

Görgü kurallarından hukuk kuralı niteliğini alan kısıtlı sayıda kural vardır. Örneğin, askerlik görevinde ya da mesleğinde bulunanlarda astın üstünü selamlaması, üstün astının selamını alması bir tür hukuk kuralıdır. Aynı şekilde, kamu personelinin yazın ve kışın giyinme biçimleri bir yönetmelik ile düzenlenmiş olup, aykırı davranışta bulunanlar disiplin cezası ile cezalandırılırlar. Bu da bir önceki gibi görgü kuralının yazılı bir hukuk kuralı haline gelmesidir.

Uluslararası ilişkilerde de bazı görgü kuralları benimsenmiş ve yazılı kural haline getirilmiştir. Örneğin, yabancı misafirlerin devlet adına karşılanmasına ilişkin protokol kuralları yasa ile düzenlenmiştir.

Görgü kuralları da hukuk kuralları gibi kişinin dışında birer gerçekliktir. Belirli bir toplumsal çevrenin ürünüdür. Oysa hukuk kuralları devlet tarafından konulmuş kurallardır. Hukuk kuralları ülkenin tamamında geçerli iken; görgü kuralları sadece belirli sosyal çevrede geçerlidir. Bölgesel farklılıklar gösterdiği gibi, örneğin, bir metropolde gecekondu semtleri ile aristokrat semtleri arasında da farklılık gösterebilir. Zaman itibarı ile farklılık göstermesi de açık bir husustur.

Görgü kurallarının kimi zaman örf ve âdet kuralları ile karıştırılması mümkündür.

Hukuk Kurallarının Temel Özellikleri

Normatif Olması

Bu, hukuk kuralının bağlayıcı bir karakteri haiz olduğunu gösterir. Hukuk kuralının olması gerekeni ifade etmesi onun normatif olma özelliğinden kaynaklanır. Bir hukuk kuralı yasaklayıcı, emredici, izin verici ya da yetki verici bir norm içerir. Yetki verici norm içeren kural, yerine göre, bir hak tanıyan kural olabileceği gibi, bir imkân tanıyan kural da olabilir. İleride hukuk kurallarını nitelikleri itibarıyla ayrıştırdığımızda bu hususa yeniden döneceğiz. Şimdi belirtmemiz gereken, normların tümünün "olması gerekeni" içerdiğidir. Böylesi bir olması gerekeni içermeyen bir ifade (önerme) normatif olamayacağı için hukuk kuralı da olamaz. Trafik düzenine ilişkin hukuk kurallarından hareketle normları örneklendirelim:

  • Yasaklayıcı norm: Park etme yasağı
  • Emredici norm: Trafik kurallarına uyma emri
  • İzin verici norm: Ayrıcalık tanınmış olanların belli yerlere park etmesine izin verilmesi.
  • İmkân (yetki) verici norm: Cankurtaran ya da itfaiye aracına, trafik ışıklarına uymadan geçme imkânı verilmesi

"Toplum içindeki kişi davranışlarını düzenleyen ve uyulması devlet gücü ile (yaptırım, müeyyide) sağlanmış bulunan kurallara ..." hukuk kuralları denir. Hukuk kurallarının büyük kısmının talep normlarından oluştuğu, bunların maddi kalıp (olgu) ve hukukî sonuç (hüküm) olarak iki hususu içerdiği söylenebilir. "Bir hukuk normunun birinci kısmı kişilerin yapmaları, yapmamaları gereken bir davranışı düzenlemekte iken, normun ikinci kısmı kişilere yönelik bir düzenleme öngörmektedir. Bir kişinin birinci kısımdaki düzenlemeye uymaması halinde, onu norma uymaya zorlayacak düzenlemeler yer almaktadır".

Hukuk Normlarının Özellikleri:

Genellik: Hukuk normları genel, soyut ve sürekli kurallardır. Hukuk kurallarının esas itibarıyla aynı nitelikteki tüm olaylara ve aynı konumda bulunan herkese uygulanması bu kuralların genellik niteliğinin gereğidir; örneğin herkesin hak sahibi olabilmesi, kanun önünde eşitlik ilkesi de genellik ilkesinin bir sonucudur. Gerçekten, bir ceninin (ana rahmindeki çocuğun) bile sağ doğmak kaydıyla örneğin mirasçı olmak hakkı vardır.

Soyutluk: Hukuk kurallarının soyutluğu somut bir olayın çözümünde sayısız imkânlar sağlar. Esasen, hukuk kuralının emir içeriği tek kişiye yönelik bir yükümlülük doğurmaz. Sadece emre muhatap olan kişiye değil, emri uygulama konumunda olan kamu görevlilerine de yükümlülük getirir. Mahkeme kararları bunun örnekleridir. Zira, her mahkeme kararı, soyut olan, yani belirgin bir kişiyi konu almayan hukuk kuralının; belirgin, yani somut bir olaya uygulanmasıdır.

Süreklilik: Hukuk kuralının sürekliliği ise; bir hukuk kuralının, bir kez yürürlüğe girdikten sonra, usulüne uygun biçimde yürürlüğü kaldırılana değin uygulanmasıdır. Bu bakımdan, bir hukuk kuralının belirli aralıklarla tatbiki onun sürekliliğini ortadan kaldırmaz. Örneğin, yerel yönetim seçimlerinin beş yılda bir yapılmasını öngören hukuk kuralının sürekliliğini yitirmiş olmaması ya da doğal afet durumunda idarenin yapması gerekenleri gösteren hukuk kuralının, uzun yıllar boyunca doğal afet gerçekleşmese dahi, bir gün gerçekleştiğinde uygulanması gerektiği gibi.

İnsan Davranışını Konu Alması

Hukuk kuralları asıl olarak insanların alışılmış fiillerini ve hareketlerini düzenler. Örneğin, trafik kurallarına ilişkin hukukî düzenlemeler bir yandan trafiğin işleyişini, bir yandan da işleyişe ilişkin ihlâllerin karşılıklarını (müeyyidelerini) içerir. Tehlikeli şekilde araç kullanarak bir kimsenin can güvenliğini ihlal eden veya malına zarar veren kişinin davranışı, nişanlılığın sona ermesinde kusurlu tarafın davranışı, çevre kirliliğine sebep olan bir sanayi tesisinin sahip ve yöneticilerinin davranışları vb. hukuk kurallarının konularındandır. Aslında, hukukun insan davranışını konu almasını, onun muhatabının daima bir kişi olması şeklinde anlamak gerekir. Çünkü hakkında hukukî işlem yapılacak kişi, -biraz önce de ifade ettiğimiz gibi-mutlaka bir eylemi bizzat gerçekleştiren kişi olmayabilir. Başkasını istihdam edenin (çalıştıranın) sorumluluğu veya bir hayvanı idare edenin (sahibinin) sorumluluğu bu türdendir. Ayrıca belirtmek gerekir ki; hukuk kuralları istisnaen de olsa, insan iradesinin (davranışının) ürünü olmayan doğal olayların sonuçlarına ilişkin kuralları da içerebilirler; yıldırım çarpması sonucu ölen bir kişinin nüfus kütüğünden silinmesi, hakkında var olan ceza davalarının düşmesi, mirasçılarının belirlenmesi gibi.

Hukuk kuralının konu aldığı insan davranışı olumlu bir eylem (aktif olarak yapılmış bir hareket) olabileceği gibi; olumsuz bir eylem (hareket etmemek, belli bir davranıştan kaçınma) biçiminde de olabilir. Başka bir ifade ile, yapılması istenilen ve kaçınılması gereken davranışları gösteren hukuk kuralları vardır. Hemen her durumda, hukuk kurallarının muhatabı kişilerdir; emir verdiği, yetki tanıdığı, izin verdiği, yasak getirdiği davranışlar insanların davranışıdır.

Kısaca ifade edersek, hukuk kuralı "hukukilik" niteliği taşıyan olay ve olgulara ilişkin kural demektir. Gerek doğa olaylarının, gerekse insan davranışlarının tümünün hukukilik niteliği taşıdığı söylenemez. İleride yeniden ifade edeceğimiz üzere; bazı beşeri (insani) ve tabii (doğal) olaylar, hukuk düzenini ilgilendirmez. Örneğin, bir kişinin evinde

uyuması hukuki bir olay değildir. Hukuk düzeni bu olayla ilgilenmez. Ancak, bir kamu görevlisinin; örneğin, bir polis memurunun nöbet yerinde uyuması (hukuk düzeninin ilgi gösterdiği bir olay olduğu için) hukukilik niteliği taşır. Yani, hukuk düzeninin ilgi alanına girer. Hukukilik niteliği taşıyan (hukuk düzeninin ilgi alanına giren) bir olay, hukuka uygun bir olay ya da işlem olabileceği gibi, hukuka aykırı bir olay ya da işlem de olabilir.

Hukuk kuralları kişiler arası ilişkilerin içsel değil dışsal yönüyle, dış dünyaya yansımış şekliyle ilgilidir. Bu bakımdan hukuk kişilerin bir eyleme (fiile) dönüşmeyen düşünceleriyle ilgilenmez. Bu nedenle, "düşünce suçu" şeklinde bir kategori düşünülemez.

Hukuk dışındaki düzen kuralları kişilere yetki tanımaz. Sadece bir takım görevler ile yükümlülükler getirir. Oysa hukuk kuralları kişilere görev ve yükümlülükler yanında yetkiler de tanır.

Yetkili Devlet Organları Tarafından Konulmuş Olması

Bir toplumda hangi hukuk kurallarının uygulanacağı yetkili devlet organınca kararlaştırılır. Çünkü hukuk kuralları asıl itibarıyla olanı değil olması gerekeni gösterirler. Olması gerekene yönelik her belirleme (karar) zorunlu olarak bir irade içerir. Olması gerekeni ifade etmek bir değer yargısında bulunmaktır. Kaynağı ne olursa olsun bir toplumda hangi hukuk kurallarının geçerli olacağı hususundaki karar, bir tercihi içerir. Burada önemli olan husus, hukuk kuralının kaynağı ile uygulama kararında (tercihinde) bulunmanın mutlak anlamda çakışması gerekmediğinin bilinmesidir. Gerçekten, bir ülkede dini hukuk da uygulanabilir, kaynağı itibarıyla tamamen insan iradesi ürünü hukuk da uygulanabilir. Ancak, fiilen hangisinin uygulanacağı, kural koymaya yetkili devlet organında görevli kişilerin iradeleriyle (kararlarıyla) belirlenir. Hukuk kuralının kaynağı ilahi irade olsa dahi, bu kuralların geçerli hukuk kuralları olması tercihi, insan iradesinin ürünü olan bir karardır.

Devlet Tarafından Uygulanan Yaptırıma Sahip Olması

Hukuk kurallarının diğer toplumsal davranış kurallarından en belirgin farkı onların devlet desteğine sahip olmalarıdır. Gerçi, biraz ileride göreceğimiz gibi, öteki toplumsal davranış kurallarının bir kısmı hukuk kuralı haline gelebilir; ancak henüz hukuk kuralı halini almadığı durumlarda, bir toplumsal düzen kuralının doğrudan devlet tarafından uygulanan yaptırım içermesi sözkonusu değildir.

Hukuk kurallarının yaptırımının maddi olduğunu genel kabul görmüş bir tespittir. Bu anlamda yaptırım, "bir hukuk kuralına uymayınca uğranılan zorunlu katlanma ..." olarak tanımlanabilir (Umar) ve bu kuralların "devlet gücüyle sağlama bağlanmış" oldukları ifade edilebilir (Hukukta yaptırım ileride bağımsız bir bölüm başlığı altında incelenecek ve ayrıntılarına inileceğinden şimdilik kısa bir açıklama ile yetinelim). Herhangi bir yaptırımı hukuk kuralı yaptırımı haline getiren temel husus ona uyulmaması halinde karşılaşılan olumlu ya da olumsuz durumun devlet desteğine sahip olmasıdır. Diğer yaptırımlar bu destekten yoksundur. Hukuk kuralları birbirinden çok farklı nitelikler taşıyan yaptırımlar içerirler. Gündelik dilde yaptırım denince bir olumsuz ve zorlayıcı durum ile karşılaşmak anlaşılır. Literatürde özellikle "maddi" ve "zorlayıcı" niteliklere vurgu yapılması bu anlayışın makûl olduğunu gösterir. Ancak; yaptırımsız hukuk kuralı olabileceğini

söylemek ne kadar tutarsız ise, her yaptırımın mutlaka olumsuz ve zorlayıcı olduğunu ifade etmek de o kadar tutarsızdır.

Bir hukuk kuralının yukarıda özetle açıkladığımız unsurları literatürde genellikle üç başlık altında toplanmaktadır.

Konu: Hukuk kurallarının konusu dışa vurulmuş insan davranışlarıdır; doğrudan bir insan eylemi veya işlemi olmasa bile insanı ilgilendirdiği sürece, -örneğin, belli bir sürenin geçmesi; doğum, ölüm gibi- olaylar da hukukun alanına girmektedir.

İrade: konu ile ilgili davranış hakkındaki irade, yani olumlu (Medeni Kanunun 2.maddesinde yer alan ve objektif iyiniyet kuralı olarak da bilinen, hakların kullanılmasında ve borçların yerine getirilmesinde Dürüstlük kurallarına uyma zorunluluğu içeren hüküm gibi) veya olumsuz (birini öldürmeyi yasaklayan ceza kanunu hükümleri gibi) emirdir. "Emir veya yasak toplum iradesinin belirmesidir".

Yaptırım: Hukuk kuralının bu unsuru kuralın içerdiği iradeye uyulmamasının, yasaya riayet edilmemesinin sonucudur; bir kişinin canına veya vücut bütünlüğüne zarar verenin hapis cezasına çarptırılması, mal varlığına haksız bir şekilde verilen zararın ödetilmesi, dürüstlük kuralına aykırı hareketin hukuki himayeden mahrum bırakılması, kuralın öngördüğü hususa uygun davranmayan kişinin bazı haklara hiç sahip olamaması gibi.

Hukuk ve Diğer Toplumsal Davranış Kurallarının Ortak Özellikleri

Hukuk dâhil tüm toplumsal davranış kuralları normatif olmak, insan davranışını konu almak, yetkili devlet organında görevli insanların iradeleri ürünü kurallar olmak, yaptırıma (müeyyideye) bağlanmış olmak özelliklerini taşırlar .

Normatif Olmak

Bir toplumsal davranış kuralının normatif olması demek, bir davranış "modeli" önermesi, bir davranış ilkesi içermesi demektir. Tüm toplumsal davranış kuralları insan davranışına ilişkindir. Bir başka deyişle, bu kurallar insanilik niteliği taşırlar, toplumsal hayatın, dolayısıyla insanın -zorunlu- toplumsallığının gereğidirler. Bu nitelik, "norm"u zorunlu kılar. Zira normlar insan davranışları için deyim yerinde ise, birer "öngörülmüş" yönlendiricidir. İnsan davranışının öngörülen normlara göre gerçekleşmesi sayesinde bir toplum düzeninin kurulması ve korunması amaçlanır. Bir başka deyişle; normatiftik (norm içermek, normların varlığı) insanların sosyal gruplar, topluluk ve toplumlar halinde yaşamalarını mümkün kılar.

Bir model önerme ya da bir ilke içerme bağlamında normatiftik karşımıza bir emir, bir yasak, bir izin, bir imkân ya da yetki olarak çıkar; kimi zaman bir engel, bir ceza ya da ödül içerebilir.

Açıktır ki; bu kurallar anılan içerikle toplumsal dirlik ve düzenin sağlanması için, aynı zamanda olması gerekeni de gösterirler. İşte bir emir, bir yasak içererek olması gerekeni belirtmek; toplumsal davranış kurallarının normatif karakterini gösterir. "Böyle bir emir ve yasak koymayan işlemler, normatiftik unsurundan mahrumdurlar, bir "kural" olamazlar".

İnsan Davranışını Konu Almak

Toplumsal davranış kurallarının içerdiği emir, yasak, izin, imkân ya da yetki insan davranışına ilişkindir. Kuşkusuz, insan dışındaki bazı canlılarda, örneğin bazı hayvan topluluklarında da toplu halde yaşamak esastır. Hayvanlar âleminde de bir dizi kural bulunur. Bu kuralları hiçbir şekilde insanlar âlemi için söz konusu ettiğimiz toplumsal davranış kuralları ile karşılaştıramayız.

Bazı toplumsal davranışı düzenleme ve toplum düzenini sağlama amaçlı kurallar, bir insanın bizzat kendi davranışına ilişkin olmayabilir. Bu kurallar, görünüşte bir insanın gözetim, denetim veya talimat verme yetkisindeki bir başka varlığa ilişkin olabilir. Bu varlık, örneğin sahip olunan bir hayvan dahi olabilir. Bu durumda bile, hayvanın verdiği zarardan sahibi sorumludur. Zira hukuk kuralı aslında hayvanın davranışına değil, hayvan sahibinin gözetim, denetim gibi sorumluluklarına ilişkindir. Bir kişinin, örneğin aynı konutu paylaştığı bir kişinin (örneğin çocuğunun), yanında çalıştırdığı (istihdam ettiği) bir kişinin davranışlarına ilişkin olabilir. Burada kuralın muhatap olduğu kişinin (ebeveyn, işveren) kusursuz olması dahi onun sorumluluğunu ortadan kaldırmaz. Bu örneklerin ortaya koyduğu gibi, toplumsal davranış kuralı, her durumda insanı esas alır.

Kişisel Olmayan Bir Güç Tarafından Konulmuş Olmak

Toplumsal davranış kurallarının içeriğini oluşturan emirler, yasaklar, izinler, yetkiler, zamanımızda çok büyük ölçüde insan iradesine dayalıdır. Ne var ki, burada emir, yasak ya da iznin insan iradesine dayanarak bir toplumsal davranış kalıbı haline getirilmesi, örneğin bir yasa haline getirilmesi ile yasanın özünü birbirinden ayırabilmek gerekir. İleride yeniden döneceğimiz bu hususa şimdilik şu örneği verebiliriz: Lâik olmayan bir hukuk düzeninde toplumsal davranışı düzenleyen kural anlamında bir yasanın içeriğinin oluşturucusunun insan ya da beşeri bir irade değil, Tanrı olduğu inancı hâkim olabilir. Anılan türden bir yasanın koyucusu, yani onu bir toplumsal davranış kuralı olarak kabul eden/ettiren irade dahi, bir devlet gücü niteliğinde de olsa, insan iradesidir. Görgü kuralı olsun, ahlâk kuralı olsun, örf ve âdet kuralı yahut din kuralı veya hukuk kuralı olsun her toplumsal davranış kuralı irdelendiğinde kişisel olmayan bir güç tarafından konulmuş olduğu anlaşılır.

Yaptırıma Bağlanmış Olmak

Tüm toplumsal davranış kuralları çok farklı niteliklerde de olsa yaptırımı olan kurallardır. Yaptırım, bir toplumsal davranış kuralının ihlal edilmesi halinde, ihlal edenin karşılaşacağı tepkidir. Bu bakımdan her kural bir yaptırım içerir.

Kuşkusuz her bir toplumsal davranış kuralı kategorisinin yaptırımı diğerinden farklıdır. Örneğin, bir ahlâk kuralını çiğneyenin karşılaşacağı tepki (uğratılacağı yaptırım) ile görgü kuralını çiğneyenin karşılaşacağı tepki arasında fark vardır. Bir toplumsal davranış kuralına (örneğin din kuralına), karşı davranmanın yol açacağı yaptırım, davranışın gerçekleştiği toplumsal yapıya (örneğin köy / metropol, muhafazakar yapı / modern yapı gibi) göre değişebilir. Her ne olursa olsun, yaptırımı olmayan bir toplumsal davranış kuralı yoktur.

Hukuk ve Hak

Toplum düzenini oluşturan, koruyan, sürdüren toplumsal davranış kurallarının en önemlileri hukuk kurallarıdır. Bu kurallardan evvel hukuk kavramının farklı anlamları bilinmelidir. "Hukuk" kavramı, kullanıldığı alana göre etimolojik, sosyolojik ve yargısal açılardan değişen anlamlar içerir. Etimolojik olarak hukuk hak kelimesinin çoğuludur. Arapçadan dilimize geçmiş olup "haklar" anlamını içerir. "Onunla hukukumuz vardır" dediğimizde ise, "toplumsal ilişki" anlamında kullanılmaktadır.

Hukuk kavramı bazen bir davanın görüleceği, yargı yerini, bazen de bir davanın (ihtilafın, çekişmenin) niteliğini belirtmek için kullanılır. Bu anlamda, kamu hukukunun karşıtı olarak özel hukuku ifade eder. Örneğin; "Hukuk Davası", "Hukuk Mahkemesi" gibi tamlamalar buna ilişkindir. Bir diğer deyişle, bu kullanım anılan hukuki kurumun, idare hukuku, ceza hukuku, vergi hukuku gibi alanlara değil, özel hukuk alanına ilişkin olduğunu gösterir.

Hukuk, yukarıdaki anlamına benzer bağlamda, belli bir ülkede yahut ülkeler grubunda belli bir dönemde yürürlükte olan tüm hukuk kurallarını kapsayıcı bir anlama da gelir. Türk Hukuku, Avusturya Hukuku, Avrupa Birliği Hukuku tamlamaları bu anlamı içeriyor. Daha genel ve teknik anlamda hukuk, Öztan'ın ifadesiyle; "insanların birbirleriyle veya meydana getirdikleri topluluklarla ve bu toplulukların birbirleriyle olan ilişkilerini düzenleyen ve belirli özellikteki zorlayıcı kurallardan oluşan bir bütündür". "Hukuk toplumun genel yararını veya bireylerin ve toplumun ortak iyiliğini sağlamak amacı ile konulan ve kamu gücü ile desteklenen kuralların bütünüdür" (Gözübüyük). Üstteki iki paragrafla içeriği ortaya konan anlamlar "Hukuk buna cevaz vermez", "Bu işlem hukuka aykırıdır", "Hukuk bu davranışı cezalandı rır", "Türk ve Fransız idare hukuku sistemleri birbirine benzerler" ifadeleriyle belirginleştirilebilir. Bu cümlelerde ifade edilen, yürürlükte olan bir hukuk sistemidir. İkinci bölümde hukuk ile ilgili kavramları açıklarken göstereceğimiz gibi, anılan cümlelerdeki anlamıyla kastedilen "pozitif hukuk" kavramıdır. "Hukuk" denildiğinde anlaşılması gereken esas itibarıyla budur.

"Hak" ile " Hukuk" kavramları, Batı dillerinde farklı şekillerde ifade edilmektedir. Örneğin, Almancada hak "subjectives Recht" hukuk ise "objectives Recht" şeklinde ifade edilir. Türkçe' de böyle bir tamlamaya ihtiyaç yoktur. Bu anlamda, ileride hak ve türlerinden söz ederken daha iyi anlaşılacağı gibi; hak hukuka göre sübjektif (öznel) bir içeriğe sahip olup; pozitif hukukun koruduğu bir çıkarı, bir yetkiyi kapsar. Oysa hukuk kavramı objektif (nesnel) bir içerik ile kural anlamını taşır.

"Hukuk" denildiğinde zihnimize hak ve kural yanında adalet, devlet, yargılama, hakkaniyet gibi kavramlar da gelir. Kimi zaman bir bilimsel disiplini veya bir alt dalını da (medeni hukuk, ceza hukuku gibi) kastetmiş olabiliriz. Bu yüzden, bu kadar farklı kavramları bir arada tutabilecek bir tanımı yapmak kolay değildir. Bu zorluğu hukukun niteliklerinden ve temel özelliklerinden söz ederek aşabiliriz.

Öncelikle belirtmemiz gerekir ki, burada ifade edilecek olan nitelikler, özellikle salt hukuka ya da hukuk kurallarına değil, hukuk kurallarının en önemli kategorisini oluşturduğu, toplumsal davranışı düzenleyen diğer kurallara da -farklı düzeylerde ve şekillerde- ilişkindir. Bu, bir özdeşlik olmayıp kısmi benzerliktir. Anılan benzerlik doğal olarak tüm toplumsal davranış kuralları için genel ve ortak zemin oluşturur. Ortak zemin, burada, ortak özellikler anlamını içerir.

1 Mayıs 2021 Cumartesi

İsteğe Bağlı Sigortalılık

Genel Olarak

Zorunluluk ilkesi, sosyal sigortaların ayırıcı ve belirleyici özelliğini oluşturur. Sigortalı olup olmamak, kişinin iradesine terk edilmemiştir. Kanun'un aradığı koşulları (m. 4 ve 5) yerine getirenler, istemeseler dahi, kendiliğinden sigortalı olurlar (m. 92). Sözü edilen ilke mutlak anlamıyla uygulandığında sigortalılık niteliğini kazanma koşullarını yerine getirmeyenlerin ya da bu koşulları yitirenlerin sigortalı olamamaları gerekir. Fakat 5510 sayılı Kanun, “isteğe bağlı sigorta” tekniğiyle bu konudaki temel kurala bir istisna getirmiş ve bu sayede sosyal korumanın, kişiler açısından kapsamı da genişlemiş bulunmaktadır. isteğe bağlı sigortadan yararlanıp yararlanmama ya da her zaman bu sigortadan vazgeçebilme, kişinin iradesine tabidir.

isteğe bağlı sigortalılık , zorunlu sigortalı olarak çalışmayan ve bu çalışmaların-dan dolayı aylık almayan kimselere, belirli koşullarla, sosyal sigorta ilişkisini devam ettirme olanağını veren bir yoldur. Kural olarak bu tür sigortalılık , uzun dönemli sigorta kolları (malullük, yaşlılık ve ölüm) için kabul edilir. Böylece zorunlu sigortalı olmayan veya bunların ölümleri hâlinde hak sahipleri, zorunlu sosyal sigortanın uzun dönemli sigorta kollarından sağlanan tüm sigorta yardımları. ile genel sağlık sigortasından yararlanma hakkını elde ederler. Buna karşılık isteğe bağlı sigortalı olan kişinin kısa vadeli sigorta kollarından yararlanma olanağı yoktur.

Sigortalılık Niteliğinin Sona Erdiğinin Kuruma Bildirilmesi

SSG SSK'ye göre m.9/I, (a), (c) ve (d) bentlerine göre sigortalılığı sona erenlerin durumları işverenleri tarafından, (b) bendinde belirtilen şekillerde sona erenlerin durumları ise kendileri ve sözü edilen bentte belirtilen faaliyetin sona erme hâlinin bildirildiği kuruluşlar veya vergi daireleri tarafından en geç on gün içinde Kuruma bildirilir. 

Bu kişilerin meslek kuruluşlarına ya da vergi dairelerine olan yükümlülüklerini yerine getirmemiş olmaları, sigortalılığın sona ermesine ilişkin belge ya da bilginin verilmesine engel teşkil etmez (m.9/III).

Sigortalılık Niteliğinin Sona Ermesi

Genel Olarak

Sigortalılık niteliğinin hangi hâllerde sona ereceği, 5510 sayılı Kanun'un 9. maddesinde sigortalılığın türüne bağlı olarak gösterilmiştir.

Sigortalılık  niteliğinin hangi hâllerde sona ereceği, Kanun'un 9. maddesinde gösterilmiş ve Sigortalılık türüne bağlı olarak Sigortalılık niteliğinin yitirilmesi de farklı esaslara bağlanmıştır. Bunun dışında, maddede, analık ve hastalık sigortası bakımından Sigortalılık niteliğinin yitirilişine ilişkin olarak özel hükümlere yer verilmiştir.

Kanun'un m.4/I, (a) bendine göre sigortalı sayılanların sigortalılıkları, kural olarak, hizmet akitlerinin sona erdiği tarihten itibaren sona erer (m.9/I, a). Buna karşılık Kanun'un m.4/I, (b) bendine göre sigortalı olanların sigortalılıkları, sigortalık ilişkisi yaratan faaliyetin türüne göre ayrı ayrı belirlenmiştir. Kanun'a göre gelir vergisi mükellefi olanlar için, mükellefiyetlerini gerektiren faaliyetlerine son verdikleri; gelir vergisinden muaf olanlar için ise esnaf ve sanatkâr sicili kaydının silindiği veya 6. maddenin birinci fıkrasının (k) bendi kapsamına girdiği tarihten itibaren sigortalık sona erer (m.9/I, b, 1, 2). Ancak Kanun'da bu son hâl ile ilgili bir başka esasa daha yer verilmiştir. Buna göre gelir vergisinden muaf olan, ancak esnaf ve sanatkârlar sicili kaydına istinaden m.4/I, (b) bendi kapsamında sigortalı sayılanlardan, bu Sigortalılıklarının devamı sırasında, hizmet akdi ile çalışanlar çalış-maya başladığı tarihten itibaren m.4/I, (b) bendi kapsamındaki sigortalılıklarını yitirirler (m.9/I, b, 10). Bir başka deyişle bu kişiler açısından m.4/I, (a) bendi kapsamında sigortalılık ilişkisi başlamış olur.

işte bu noktada esasında 53. maddede 6111 sayılı Kanun'la yapılan değişikliğe de değinmek gerekir. Zira daha önce de ifade edildiği gibi m.4/I, (b) bendine göre faaliyette bulunurken aynı zamanda iş sözleşmesi ile de çalışmaya başlayan sigortalının m.4/I, (b) bendi kapsamındaki sigortalılığı sona ermekte ve m.4/I, (a) bendine göre sigortalı olmaktadır. Bu durum Kanun gereği kendiliğinden gerçekleşmektedir. Dolayısıyla m.4/I, (b) bendine tabi bir sigortalının iş sözleşmesi ile çalışmaya başlaması hâlinde artık zaten m.4/I, (b) bendi kapsamındaki sigortalılığı sona ermektedir. Öte yandan daha önce de ifade edildiği gibi sigortalı isterse m.4/I, (b) bendi kapsamındaki sigortalılığımı devam ettirme hakkına da sahiptir.

Kanun'un m.4/I, (b) bendine göre sigortalı olan şirket ortakların sigortalılıklarının sona ermesi ise şirketin türüne ve şirketin iflas edip etmemesi hâline göre ayrı ayrı düzenlenmiştir. Buna göre şahıs şirketlerinden kolektif, adi komandit şirketlerin komandite ve komanditer ortakları ve donatma iştiraki ortaklarının vergi mükellefiyetlerinin sona erdiği tarihten; sermayesi paylara bölünmüş komandit şirketlerin komandite ortakların, şirketin ticaret sicil memurluğundan kaydının silindiği tarihten; limited şirket ortaklarından hisselerinin tamamını devreden sigortalıların, hisse devrinin yapılmasına ortaklar kurulunca karar verildiği tarihten; anonim şirketlerin yönetim kurulu üyesi olan ortakların, yönetim kurulu üyeliklerinin sona erdiği tarihten itibaren sona erer (m.9/I, b, 3).

İflas veya tasfiye durumu ile münfesih duruma düşen şirketler için ortaklardan birinin talep etmesi hâlinde mahkeme kararı ile iflasın, tasfiyenin açılmasına, ortaklar kurulu kararı ile tasfiyenin başlamasına veya şirketin münfesih duruma düşmesine karar verildiği; ortakların talepte bulunmaması hâlinde mahkemece iflasın kapatılmasına karar verildiği, tasfiyesi sonuçlanan şirketlerin ortaklıklarının ise tasfiye kurulu kararının ticaret sicili memurluğunca tescil edildiği tarihten itibaren sigortalılık niteliği de sona ermiş olur (m.9/I, b, 3). Ancak iflas veya tasfiye durumu ile münfesih duruma düşen şirketlerin ortakların, m.4/I, (a) bendi kapsamında çalışmaya başlarlarsa çalışmaya başladıkları tarihten itibaren m.4/I, (b) bendine göre olan sigortalılıkları sona erer (m.9/I, b, 8).

Tarımda kendi adına ve hesabına bağımsız çalışanların sigortalılıkları ise tarım-sal faaliyetlerinin sona erdiği ya da 6. maddenin birinci fıkrasının (ı) bendi kapsamına girdiği, yani sigortalının gelirinin Kanun'un öngördüğü sınırın altına düştüğü tarihten itibaren sigortalılığı sona ermiş olur (m.9/I, b, 5).

Nihayet m.4/I, (b) bendi kapsamında sigortalı olanlardan köy ve mahalle muhtarların sigortalılıkları da, muhtarlık görevlerinin sona erdiği tarihten itibaren sona erer (m.9/I, b, 6). Kanun'da bu konuya ilişkin olarak da bir istisna hükmüne yer verilmiştir. Buna göre köy ve mahalle muhtarlarından kendi adına ve hesabına bağımsız çalışmasından dolayı gelir vergisi mükellefiyeti bulunanlar hariç, aynı zamanda hizmet akdi ile çalışmaya başlamışlarsa bu çalışmanın başladığı tarihten itibaren m.4/I, (b) bendi kapsamındaki sigortalılıkları sona erer (m.9/I, b, 9).

Kanun'da sigortalılık niteliğinin sona ermesine ilişkin olarak yer verilen bir başka düzenleme ise yabancı ülkede ikamet edenlere ilişkindir. Buna göre herhangi bir yabana ülkede ikamet eden ve o ülke mevzuatı kapsamında sigortalı olarak çalışmaya başladığı veya ikamet esasına bağlı olarak o ülke sosyal güvenlik sistemine dâhil olanlar, bu durumlarının başladığı tarihten itibaren artık sigortalı sayılmazlar (m.9/I, b, 7). Hastalık ve analık sigortası uygulamasında, sigortalılık niteliği, ilgili kanun'lar gereği sigortalının ücretsiz izinli olması, greve iştirak etmesi veya işverenin lokavt yapması hâllerinde bu hâllerin sona ermesini; diğer hâllerde ise 9. maddenin 1. fıkrasında belirtilen tarihleri takip eden onuncu günden başlanarak yitirilmiş saydır.

Devlet memurları (m.4/I, c) açısından ise Kanun'un m.4/I, (c) bendi kapsamın-da sigortalı sayılanların sigortalılık niteliğinin yitirilmesi de yine 9. maddede, ayrı bir bent hâlinde düzenlenmiştir. Buna göre ölüm veya aylık bağlanmasını gerektiren hâllerde görev aylıklarının kesildiği tarihi; 5434 sayılı Kanun'un 40. maddesinde belirtilen yaş hadleri ile sıhhi izin sürelerinin doldurulması hâlinde, bu süre ve hadlerin doldurulduğu tarihleri takip eden ay başından (m.9/I, c, 1); diğer hâllerde ise görevden ayrıldıkları tarihten itibaren bu kapsamdaki sigortalıların sigortalılık niteliği sona erer (m.9/I, c, 2).

Sadece bazı sigorta kollarına tabi olanların sigortalı sayılmalarını gerektiren hal sona erdiğinde sigortalılıkları da sona erecektir (m.9/I, d). Örneğin stajyerin stajının sona erdiği tarih sigortalılık niteliğinin de sona erdiği tarih olacaktır.

Kanun'da sigortalılık niteliğinin sona ermesine ilişkin olarak yer verilen bir diğer düzenleme ise m.6/I, (l) bendi kapsamında olanlara ilişkindir. Buna göre çalış-makta iken bulunduğu ülkenin sosyal güvenlik kurumu ile irtibatlandırılanlar ya da uluslararası sosyal güvenlik sözleşmeleri çerçevesinde seçimini bulundukları ülke yönünde kullananlar, bu tarihten itibaren sigortalı sayılmazlar (m.9/I, e).

Tarımda süreksiz hizmet akdi (iş sözleşmesi) ile çalışanların sigortalılıkları ise m.4/I, (b), (4) numaralı alt bendi dâhil olmak üzere 4. maddeye istinaden sigortalı olarak çalışmaya başlayanların çalışmaya başladıkları tarihten, sigortalılıklarının sona erdirme talebinde bulunanların talep tarihinden, prim borcu bulunanlardan talepte bulunanların primi ödenmiş son günden, gelir ya da aylık talebinde bulunanların aylığa hak kazanmış olmak şartıyla talep tarihinden ve ölen sigortalının ölüm tarihinden itibaren sona erer (ek m.5/II). 4. madde kapsamındaki çalışmanın sona ermesi hâlinde bu madde kapsamındaki çalışmasının devam etmesi kaydıyla çalışmanın sona erdiği tarihi takip eden günden itibaren bu madde kapsamındaki sigortalılıkları kendiliğinden başlar (ek m.5/III).

Sigortalılık Niteliğinin Sona Ermesine ilişkin Özel Düzenlemeler

Hastalık ve analık sigortası açısından sigortalılık niteliğinin yitirilmesi: Yukarıda yapılan açıklamalardan sigortalılık niteliğinin, kural olarak, fiili çalışma olgusuna ya da sigortalılık ilişkisi doğuran faaliyetin devam süresine bağlandığı ortaya çıkmaktadır. Bu kuralın mutlak anlamda uygulanması, sigortalı açısından önemli sakıncalar doğuracakta. İşte, yasa koyucu, sigortalıyı koruma düşüncesiyle kimi sigorta kolları açısından sigortalılık niteliğini fiili çalışma olgusuna bağlı kılmamış; sigortalılık ilişkisi doğuran faaliyetin sona ermesine karşın sigortalılık niteliğinin bir süre daha devam etmesini öngörmüştür (Güzel/Okur/Caniklioğlu, 166; Sözer, Sosyal Sigorta ilişkisi, 104 vd ).

Gerçekten SSGSSK m. 9/II uyarınca hastalık ve analık hükümlerinin uygulanmasında, sigortalılık  niteliği, ilgili Kanun'lar gereği sigortalının ücretsiz izinli olması, greve iştirak etmesi veya işverenin lokavt yapması hâllerinde bu hâllerin sona ermesini; diğer hâllerde ise birinci fıkrada belirtilen tarihleri takip eden onuncu günden başlanarak yitirilmiş sayılır (m.9/II, a, b). Bu kural, sadece hastalık ve analık hükümlerine ilişkin bulunmaktadır; koşullar varsa öteki sigorta kolları açısından sigortalılık niteliği devam edecektir.

Genel Sağlık Sigortası Açısından: m. 60/I, (a) bendi kapsamında genel sağlık sigortalısı sayılanlar, zorunlu sigortalılıklarının sona erdiği tarihten itibaren on gün süreyle daha genel sağlık sigortasından yararlanırlar. Bu kişilerin sigortalılık niteliğini yitirdikleri tarihten geriye doğru bir yıl içinde 90 günlük zorunlu sigortalılıkları varsa sigortalılık niteliğini yitirdikleri tarihten itibaren 90 gün süreyle bakmakla yükümlü olduğu kişiler dâhil sağlık hizmetlerinden yararlandırılırlar (m.67/IV).

m.4/I, (b) Bendine Göre Sigortalı Olanlar Açısından

Kanun'un m.4/I, (b) bendine göre sigortalı olanların sigortalılık ilişkisini kuran faaliyetleri farklılık arz ettiği için, sigortalılığın başlangıcı da her bir faaliyete göre Kanun'da ayrı ayrı sayılmıştır. 

Kanun'a göre (b) bendi kapsamında sigortalı sayılanlardan;

Gelir vergisi mükellefi olanlar ile şahıs şirketlerinden kolektif, adi komandit şirketlerin komandite ve komanditer ortaklar ve donatma iştiraki ortaklarının vergi mükellefiyetlerinin başladıkları,

Sermaye şirketlerinden limited şirket ortakları ile sermayesi paylara bölünmüş komandit şirketlerin komandite ortaklarının, şirketin ticaret sicil memurluklarınca tescil edildikleri,

Anonim şirketlerin yönetim kurulu üyesi olan ortaklarının yönetim kuruluna seçildikleri,

Gelir vergisinden muaf olanların ise esnaf ve sanatkar siciline kayıtlı oldukları,

Tarımda kendi adına ve hesabına bağımsız çalışanlar için tarımsal faaliyetlerinin Kanun'la kurulu ilgili meslek kuruluşlarınca veya kendilerince bir yıl içinde bildirilmesi hâlinde kaydedildiği tarihten, bu süre içinde bildirilmemesi hâlinde ise bildirimin Kuruma yapıldığı,

Köy ve mahalle muhtarları için bu göreve seçildikleri,

At Yarışları Hakkında Kanun'a tabi jokey ve antrenörler için ise lisans belgesine istinaden fiilen çalışmaya başladıkları tarihten itibaren başlar.

Öte yandan Kanun'a göre gelir vergisinden muaf olanlar ile tarımda kendi adına ve hesabına bağımsız çalışanların kayıt ve tescil işlemleri ile ilgili olarak Kanun'la kurulmuş ilgili meslek kuruluşlarının görüşleri alınır (m.7/II).

m.4/1, (a) Bendine Göre Sigortalı Olanlar

5510 sayılı Kanun'a göre m.4/I, (a) bendi kapsamında sigortalı sayılanlar için sigortalılık; çalışmaya, mesleki eğitime veya zorunlu staja başladıkları tarihten itibaren başlar (m.7/1, a). Sigortalılık, Kanun’da öngörülen biçimde çalışmaya başlama ya da statüye geçmekle kendiliğinden başlar. Bu hükümden de anlaşılacağı gibi sigortalı olmak için olumlu ya da olumsuz herhangi bir irade açıklamasında bulunmak gerekmez.

Kanun’un 4, 5 ve 7. maddelerinde belirtilen koşulları yerine getirenler, kendiliğinden sigortalı sayılırlar. işveren tarafından Kuruma bildirilme ve Kurumca tescil işleminin yapılması, sigortalılık niteliğini kazanma açısından bir önem taşımaz.

Öte yandan bu açıdan önemli olan, iş sözleşmesinin yapıldığı tarih değil fiilen işe başlama tarihidir.  Yargıtaya göre de bir kimse işe alınmış bulunmakla beraber şayet işyerine dâhil olarak eylemli veya varsayımlı (farazi) biçimde çalışma-mışsa sigortalı sayılmasına yasaca olanak yoktur.

Tarım veya Orman işlerinde Hizmet Akdiyle Süreksiz Olarak Çalışanların Sigortalılığı

Sigortalı olmayan ya da kendi sigortalılıklarından dolayı gelir veya aylık almayanlardan 18 yaşını doldurmuş olup tarım veya orman işlerinde hizmet akdiyle süreksiz olarak çalışanlar; örneği Kurumca hazırlanan ve Kurumca belirlenen ilgili muhtarlık, birlik, kuruluş, il veya ilçe tarım müdürlükleri tarafından usulüne uygun olarak düzenlenip onaylanmış belgeleri ile talepte bulundukları tarihten itibaren sigortalı sayılırlar (6111 s.lı Kanun'la ek 5. madde). Kamu idarelerinin tarım veya orman işlerinde hizmet akdiyle süreksiz olarak çalıştırılanlar hakkında bu madde hükümleri uygulanmaz (ek m.5/X).

Konu, 2011/36 sayılı Genelgede de düzenlenmiş olup buna göre Kanun'un ek 5. maddesine göre tarım veya orman işlerinde hizmet akdiyle süreksiz çalışıp 1.3.2011 tarihinden itibaren sigortalı olmak için müracaat edenlerin bu kapsamda sigortalı sayılabilmesi için; Kanun'un m.4/I, (a), (b) ve (c) bentleri kapsamında çalışmaması, isteğe bağlı sigortalı veya isteğe bağlı iştirakçi olmaması, 506 sayılı Kanun'un geçici 20. maddesi kapsamında sigortalı olmaması, kendi sigortalılıklarından dolayı Kanun ile 506 sayılı Kanun'un geçici 20. maddesine göre gelir veya aylık almaması, 2925 sayılı Kanun'a göre sigortalı sayılmaması ve nihayet 18 yaşını doldurmuş olması şartları aranacaktır (2.3.1).

Tarım veya orman işlerinde hizmet akdiyle süreksiz olarak çalışanlar, m.4/I, (a) bendi kapsamında sigortalı sayılırlar. Bunlar hakkında kısa vadeli sigorta kolları bakımından yalnızca iş kazası ve meslek hastalığı sigortası, uzun vadeli sigorta kollan yönünden malullük, yaşlılık ve ölüm sigortası ile genel sağlık sigortası hükümleri uygulanır (ek m.5/IV). Ancak bu sigortalıların iş kazası ve meslek hastalığı sigorta kollarından sağlanan yardımlardan yararlanabilmeleri için iş kazasının olduğu tarihten en az on gün önce tescil edilmiş olmaları ve sigortalılıkların sona ermemiş olması şarttır. Oysa bu süre, 2925 sayılı Kanun'da üç ay olarak belirlenmiş-tir (2925 s.lı K. m.7/II). Öte yandan bu Kanun'a göre iş kazası veya meslek hasta-lığından dolayı geçici iş göremezlik ödeneği ödenmesi veya sürekli iş göremezlik geliri ya da malullük, yaşlılık ve ölüm sigortalarından aylık bağlanabilmesi için prim ve prime ilişkin her türlü borçların ödenmiş olması şartı aranır (ek m.5/V). Bu madde kapsamındaki sigortalılar ile ilgili olarak bu maddede aksine hüküm bulunmaması kaydıyla bu Kanun'un ilgili hükümleri uygulanır.

Son olarak ekleyelim ki 6111 sayılı Kanun'un 52. maddesiyle Kanun'a eklenen geçici 29. gereğince 1.5.2008 ila 30.9.2008 tarihleri arasında ilk defa 2925 sayılı Kanun'a tabi sigortalı olanlardan 1.3.2011 tarihi itibarıyla sigortalılığı devam edenler hakkında 1.3.2011 tarihinden itibaren Kanun'un ek 5. maddesi hükümleri uygulanır. 2925 sayılı Kanun'a tabi sigortalılığı 1.5.2008 tarihinden önce başlayıp 1.3.2011 tarihinden sonra da devam edenler hakkında, 2925 sayılı Kanun hükümlerinin uygulanmasına devam edileceğinden bu kapsamdaki sigortalılığı sona ermeyenlerin ek 5. maddesine göre sigortalılıkları başlatılmayacaktır (2011/36 sayılı Genelge, 2.3.1.1).

Sigortalı Sayılmayanlar

İşverenin Ücretsiz Çalışan Eşi

Ücretsiz çalışan eş, aile hukukunun öngördüğü karşılıklı yardım ödevini yerine getirdiği (MK. m.151) ve aile birliğinin yaşam düzeyini yükseltmek amacını izlediği için sigortalı sayılmamıştır (m.6/I,a) Belirtelim ki maddede sözü geçen “eş” Medeni Kanun'un karı koca olarak kabul ettiği kişilerden her biri olup evlilik birliği dışında karı koca gibi birlikte yaşayanlar bu hükmün kapsamı dışında kalırlar.

Konut içinde Yapılan islerde Çalışanlar

Konut içinde yapılan işlerde çalışanlar, belirli koşulların varlığı hâlinde sigortalı sayılmamışlardır (m.6/I, b). Bu kimselerin sigortalı sayılmamaları için aynı konutta birlikte yaşamaları ve üçüncü dereceye kadar (bu derece dâhil) hısım olmaları gerekir. Çalışanlar, hısımlık koşuluna uygun düşmekle beraber, aynı konutta birlikte yaşamıyorlarsa ya da tersine aynı konutta birlikte yaşamalarına karşın bu derecede hısım değillerse sigortalı sayılmalarına herhangi bir engel yoktur. Belirtilen koşula ek olarak maddede anılan kimselerin arasına dışarıdan başka bir kimsenin katılmaması da gerekir. Sözü edilen hısımlar kapsamına girmeyen herkes, örneğin başka konutta ve ayrı yaşayan çocuk bile “başka kimse” durumundadır.

Ev Hizmetlerinde Çalışanlar

Ev hizmetlerinde ücretle ve sürekli olarak çalışanlar hariç olmak üzere ev hizmetlerinde çalışanlar sigortalı sayılmamıştır (m.6/I, c). Ev hizmetlerinde çalışanlar deyimi, bir evin günlük işlerini yürütmek amacıyla evde çalışan ve aile bireyleri dışında kalan kimselerdir. Bunların yaptıkları işler; genellikle hizmetçilik, aşçılık, şoförlük, bahçıvanlık gibi işlerdir.

Askerlik Hizmetlerini Er ve Erbaş Olarak Yapmakta Olanlar ile Yedek Subay Okulu Öğrencileri

Askerlik hizmeti, kamu hukuku çerçevesinde gerçekleşen bir yükümlülük olup sigortalılık ilişkisi kuran bir faaliyet niteliğinde değildir. Nitekim Kanun'un 6. maddesinin (d) bendinde askerlik hizmetini er ve erbaş olarak yapanlarla yedek subay okulu öğrencilerinin sigortalı sayılmadıkları açıkça belirtilmiştir.

Kendi Ülkelerinde Sigortalı Olan Yabancılar

Yabancı bir ülkede kurulu herhangi bir kuruluş tarafından ve o kuruluş adına ve hesabına Türkiye'ye bir iş için gönderilen ve yabancı ülkede sosyal sigortaya tabi olduğunu belgeleyen kişiler ile Türkiye'de kendi adına ve hesabına bağımsız çalı-şanlardan yurt dışında ikamet eden ve o ülke sosyal güvenlik mevzuatına tabi olanlar, 5510 sayılı Kanun'a göre sigortalı sayılmazlar (m.6/I, e).

Yapım ve Üretim işlerinde Çalışan Öğrenciler

Resmî meslek ve sanat okullarıyla yetkili resmî makamların izniyle kurulmuş bu nitelikteki öğretim kurumlarında, o meslek ya da sanatı öğretme amacıyla uygulamalı yürütülen yapım ve üretim işlerinde çalışan öğrenciler; sigortalı sayılamazlar (m. 6/I, f). Öğrencilerin sigortalı sayılmamaları, Kanun'un deyimiyle “tatbiki mahiyetteki yapım ve üretim işleri”nin gördükleri öğrenimin doğal bir sonucu olmasından kaynaklanmaktadır. Bu gibi durumlarda, esasen bir hizmet sözleşmesi ya da diğer sigortalılık ilişkisi doğuran herhangi bir faaliyetin varlığından söz edilemeyeceği için sigortalılık  niteliğini edinme durumu da söz konusu değildir. Yargıtay, bu konuda vermiş olduğu bir kararda, bizce de isabetli olarak, okulun açık olduğu dönemlerde yapılan stajı, sigortalılık kapsamında değerlendirmemiş, buna karşılık okulun tatil olduğu dönemde yapılan çalışmayı sigortalı süre olarak kabul etmiştir . Yine öğretide de isabetle belirtildiği gibi, öğrenimin doğal sonucu sayılmasına olanak bulunmayan ve açıkça öğrencinin işgücünden yararlanmayı amaçlayan üretim ve yapım işleri, okulda dahi yapılmış olsa, bunları yapan öğrencilerin sigortalı sayılması gerekir.

Sağlık Kurumlarında ise Alıştırılmakta Olan Hasta veya Özürlüler

Hastalık ve özürleri nedeniyle çalkamayacak durumda olanların eski işlerinde veya bu işlere uygun başka bir işte yeniden çalışmalarını sağlamak, sosyal güvenliğin amaçları arasında yer alır. İşte, bu gibi kimselerden sağlık kurumlarında veya rehabilitasyon merkezlerinde tedaviye almanlar, sigortalı sayılamazlar (m. 6/I, g). Zaten bu durumdakilerin iş sözleşmesi ya da diğer bir mesleki faaliyet anlamında çalışmaları söz konusu değildir; işe alıştırma, bir çalışma ilişkisi doğurmaz.

18 Yaşından Küçük Olanlar Devlet Memurları ve Bağımsız Çalışanlar

5510 sayılı Kanun'un m. 4/I, (b) ve (c) bendi uyarınca sigortalı sayılması gerekenlerden 18 yaşını doldurmamış olanlar, anılan bentler gereğince sigortalı sayamazlar (m.6/I, h). Öte yandan 6. maddenin 2. fıkrasında bu hükmün istisnasına da yer verilmiştir. Buna göre bir meslek veya sanat okulunu bitirenlerden, 2001 tarihli ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu hükümlerine göre mahkemece ergin kılınmak suretiyle, öğrenimleriyle ilgili görevlerde çalışanlar hakkında, 18 yaşın bitirilmiş olması şartı aranmaz.

On sekiz yaşından küçük olanların sigortalı sayılmamaları, sadece m.4/I, (b) ve (c) bendi uyarınca sigortalılık bakımından geçerlidir. Bir hizmet sözleşmesine göre çalışanlar, on sekiz yaşından küçük olsalar da sigortalı sayılırlar. Bu yaklaşım iş Kanunu'nun çalıştırma yaşına ilişkin hükümleri ile de uyumludur. Zira iş Kanunu'nun 71. maddesinde çalıştırma yaşı, kural olarak on beş olup, bazı koşulların varlığı hâlinde on dört yaşını tamamlayanların işçi olarak çalışma hakları bulunmaktadır.

Tarım işlerinde Süreksiz işlerde Çalışanlarla Tarımsal Faaliyette Bulunup Aylık Geliri Düşük Olanlar

Kamu idareleri hariç olmak üzere, tarım işlerinde veya orman işlerinde hizmet akdiyle süreksiz işlerde çalışanlar ile tarımda kendi adına ve hesabına bağımsız çalı-şanlardan; tarımsal faaliyette bulunan ve yıllık tarımsal faaliyet gelirlerinden, bu faaliyete ilişkin masraflar düşüldükten sonra kalan tutarın aylık ortalamasının, bu Kanun'da tanımlanan prime esas günlük kazanç alt sınırının otuz katından az olduğunu belgeleyenler de 5510 sayılı Kanun'a göre sigortalı sayılmazlar (m.6/I, ı). Görüldüğü gibi bu bentte kapsam dışı bırakılanlar, iki ayrı grupta toplanacak niteliktedir. ilk grupta yer alanlar, bir iş sözleşmesine göre çalışanlardır. Ancak bu gruptakiler de kamu idarelerinde çalışanlar ve diğerleri olmak üzere iki gruba ayrılmaktadır. Bentte düzenlenen ikinci kategori ise kendi adına ve hesabına tarım-sal faaliyette bulunanlar, bir başka deyişle tarım ve orman işlerinde bağımsız çalışanlardır.

Bağımsız Çalışanlardan Aylık Geliri Düşük Olanlar

Kendi adına ve hesabına bağımsız çalışanlardan gelir vergisinden muaf olup esnaf ve sanatkâr siciline kayıtlı olanlardan, aylık faaliyet gelirlerinden bu faaliyetine ilişkin masraflar düşüldükten sonra kalan tutarı, prime esas günlük kazanç alt sınırının otuz katından az olduğunu belgeleyenler de sigortalı sayılmamaktadır (m.6/I, k). Bu hükümle bağımsız çalışanlar bakımından âdeta sigortalı sayılmamanın yolu açılmış olmaktadır. Zira ülkemizde kayıt dışılığın çok yüksek olduğu, bilinen bir gerçektir. Eğer iyi bir denetim sistemi getirilmez ve kişilerin gerçek gelirleri tespit edilemezse gerçekte sigortalı olması gereken, fakat bu istisna hüküm nedeniyle zorunlu sigorta kapsamına girmeyen pek çok kimse söz konusu olacaktır.

Kamu idarelerinin Dış Temsilciliklerinde istihdam Edilenler

Kamu idarelerinin dış temsilciliklerinde istihdam edilen ve temsilciliğin bulunduğu ülkede sürekli ikamet izni veya bu devletin vatandaşlığını da haiz bulunan Türk uyruklu sözleşmeli personelden, bulunduğu ülkenin sosyal güvenlik kurumunda sigortalı olduğunu belgeleyenler ile kamu idarelerinin dış temsilciliklerinde istihdam edilen sözleşmeli personelin uluslararası sosyal güvenlik sözleşmeleri çerçevesinde ve temsilciliğin bulunduğu ülkenin ilgili mevzuatının zorunlu kıldığı hâllerde, işverenleri tarafından bulunulan ülkede sosyal sigorta kapsamında sigortalı yapılanlar da 5510 sayılı Kanun'a göre sigortalı sayılmazlar (m.6/I, l).


Bağımsız Çalışanlar (m.4/1, (b)’li Sigortalılar)

Köy ve Mahalle Muhtarları

Köy ve mahalle muhtarlarının sigortalılığı, hem 5510 sayılı Kanun'da hem de 2108 sayılı Kanun'da düzenlenmiştir. 2108 sayılı Muhtar Ödenek ve Sosyal Güvenlik Ya-sasının 4. maddesine göre 5510 sayılı Kanun'un 4. maddesi kapsamında sigortalı sayılmayı gerektirecek bir çalışması bulunmayan veya bu kapsamda aylık ve gelir almayan köy ve mahalle muhtarlarının, 5510 sayılı Kanun'un 4. maddesinin birinci fıkrasının (b) bendi kapsamında sigortalı sayıldıkları belirtilmiştir. Aynı şekilde 5510 sayılı Kanun'a göre de köy ve mahalle muhtarları, m.4/I, (b) bendi kapsamında sigortalı sayılırlar. Görüldüğü gibi 2108 sayılı Kanun, 5510 sayılı Kanun'dan farklı olarak köy ve mahalle muhtarlarının m.4/I, (b) bendi kapsamında sigortalı sayılmalarını, Kanun'un 4. maddesinin diğer bentlerine göre bir çalışmasının bulunmaması koşuluna bağlamıştır. Bu durumda 2108 sayılı Kanun doğrudan muhtarların sosyal güvenliğine yönelik hüküm içerdiği için öncelikli yasa hükmü olduğunda, muhtarın, örneğin aynı zamanda iş sözleşmesine göre çalışması hâlinde, m.4/I, (b) bendine göre değil m.4/I, (a) bendine göre sigortalı sayılması gerekecektir. Ayrıca belirtilelim ki 2108 sayılı Kanun'a göre m.4/I, (b) bendi kapsamında sigortalı sayılan bir muhtar, yeniden bu göreve seçilmez ya da muhtarlıktan ayrılırsa bu kapsamdaki sigortalılığını devam ettirme olanağına sahiptir (m.4/II).

Gelir Vergisi Mükellefi Olanlar ya da Gelir Vergisinden Muaf Olup da Esnaf ve Sanatkâr Siciline Kayıtlı Bulunanlar

Kanun'a göre 4/ (b)'li olarak sigortalı sayılmak için öncelikle bağımsız bir faaliyetin varlığı şarttır. Ancak bağımsız çalışanın sigortalı sayılması için aynı zamanda gerçek veya basit usulde gelir vergisi mükellefi olması da gerekmektedir (m.4/I, b, 1). Gelir vergisinden muaf olanlar ise eğer esnaf ve sanatkâr siciline kayıtlı iseler yine zorunlu olarak m. 4/I, (b) bendi kapsamında sigortalı sayılırlar (m.4/I, b, 2). Ancak bu konuda 6. maddenin (k) bendini de dikkate almak gerekir. Zira söz konusu hüküm, belirli bazı koşulların varlığı hâlinde bu kapsamdaki sigortalıların sigortalı sayılmayacaklarını belirtmektedir.

Şirket Ortağı Olanlar

Anonim şirketlerin yönetim kurulu üyesi olan ortakları, sermayesi paylara bölünmüş komandit şirketlerin komandite ortakların, diğer şirket ve donatma iştiraklerinin ise tüm ortakları; m. 4/I, b bendi kapsamında sigortalı sayılırlar (m.4/I, b, 3). Görüldüğü gibi, kolektif şirket, limited şirket ve adi komandit şirketle donatma iştirakinin tüm ortakları sigortalı sayılırken anonim şirket ile sermayesi paylara bölünmüş komandit şirketin ortaklarının tamamı kapsama alınmamış, anonim şirke-tin ortaklarının aynı zamanda yönetim kurulu üyesi olmasını, sermayesi paylara bölünmüş komandit şirketin ise komandite ortakların kapsama alınmıştır.

Tarımsal Faaliyette Bulunanlar

Tarımsal faaliyet, 5510 sayılı Kanun'da, kendi mülkünde, ortaklık veya kiralamak suretiyle başkalarının mülkünde veya kamuya mahsus mahallerde; ekim, dikim, bakım, üretme, yetiştirme ve ıslah yoluyla yahut doğrudan doğruya tabiattan istifade etmek suretiyle bitki, orman, hayvan ve su ürünleri elde edilmesini ve/veya bu ürünlerin yetiştiricileri tarafından muhafazası, taşınması veya pazarlanması olarak ifade edilmektedir (m. 3/19). Bu kapsamda faaliyette bulunanlar da Kanun'a göre m.4/I, (b) bendi kapsamında zorunlu sigortalı sayılırlar (m.4/I, b, 4). Bu konuda da 6. maddenin (k) bendindeki istisna hükmüne bakmak gerekmektedir. Zira söz konusu hüküm, belirli bazı koşulların varlığı hâlinde bu kapsamdaki sigortalıların sigortalı sayılmayacaklarını belirtmektedir.

At Yarışları Hakkında Kanun'a Tabi Jokey ve Antrenörler

5510 sayılı Kanun'a göre 1953 tarihli ve 6132 sayılı At Yarışları Hakkında Kanun'a tabi jokey ve antrenörler de m.4/I, (b) bendi kapsamında sigortalı sayılırlar (m.4/IV).

Devlet Memurlar ve Diğer Kamu Görevlileri (m.4/I, (c)’li Sigortalılar)

5510 sayılı Kanun'a göre bu Kanun'un yürürlüğe girdiği tarihten sonra ilk defa göreve başlayıp da kamu idarelerinde, m.4/I, (a) bendine tabi olmayanlardan, kadro ve pozisyonlarda sürekli olarak çalışıp ilgili Kanun'ların (a) bendi kapsamına girenler gibi sigortalı olması öngörülmemiş olanlar ile m.4/I, (a) ve (b) bentlerine tabi olmayanlardan, sözleşmeli olarak çalışıp ilgili Kanun'ların (a) bendi kapsamına girenler gibi sigortalı olması öngörülmemiş olanlar ve ayrıca 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu'nun 86. maddesi uyarınca açıktan vekil atananlar m.4/I, (c) bendi kapsamında sigortalı sayılırlar. Görüldüğü gibi m.4/I, (a) bendine göre sigortalı sayılmak için kamu idarelerinde yukarıda anılan biçimde çalışmak gerekmektedir.

Yukarıda anılan kişiler dışında

a) Kuruluş ve personel Kanun'ları veya diğer Kanun'lar gereğince seçimle veya atama yoluyla kamu idarelerinde göreve gelenlerden; bu görevleri sebebiyle kendilerine ilgili Kanun'larda Devlet memurları gibi emeklilik hakkı tanınmış olanlardan hizmet akdi ile çalışmayanlar,

b) Başbakan, bakanlar, Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri, belediye başkanları, il encümeninin seçimle gelen üyeleri,

c) Birinci fıkranın (c) bendi kapsamında iken bu kapsamdaki kişilerin kurduğu sendikalar ve konfederasyonları ile sendika şubelerinin başkanlıkları ve yönetim kurullarına seçilenlerden aylıksız izne ayrılanlar,

d) Harp okulları ile fakülte ve yüksekokullarda, Türk Silahlı Kuvvetleri hesabına okuyan veya kendi hesabına okumakta iken askerî öğrenci olanlar ile astsubay meslek yüksekokulları ve astsubay naspedilmek üzere temel askerlik eğitimine tabi tutulan adaylar,

e) Polis Akademisi ile fakülte ve yüksekokullarda, Emniyet Genel Müdürlüğü hesabına okuyan veya kendi hesabına okumakta iken Emniyet Genel Müdürlüğü hesabına okumaya devam eden öğrenciler hakkında da m.4/I, (c) bendi hükümleri uygulanır.

Özel Düzenleme Uyarınca m. 4/ I, (a) Bendine Göre Sigortalı Sayılanlar

 Daha önce de ifade edildiği gibi 5510 sayılı Kanun'da m.4/I, (a) bendi kapsamın-da sigortalı sayılanlar sadece iş sözleşmesine göre çalışanlarla sınırlı değildir. iş sözleşmesine göre çalışıp çalışmadıkları duraksamalara neden olabilecek bazı kimseler ile iş sözleşmesine göre çalışmadıkları açık olan bazı kişiler de m.4/I, (a) bendine göre sigortalı sayılmışlardır (SSiY, m. 9; 5510 sayılı Kanun Gereğince Sigortalı Sayılanlar, Sayılmayanlar, Sigortalılığın Başlangıcı, Kuruma Bildirilmesi ve Sona Ermesi Hakkında Tebliğ, (RG, 28.09.2008, 27011). Bunlar aşağıda sırası ile ele alı-nacaktır.

Sendika başkanın ve yönetim kurulu üyeleri: Sendika yönetim kurulu üyeleri ile sendika arasındaki ilişki iş sözleşmesine değil vekâlet sözleşmesine dayanmaktadır. Bu nedenle söz konusu kişilerin m.4/I, (a) bendine göre sigortalı sayılmamaları gerekir. Ancak 5510 sayılı Kanun'la bu kişiler de m.4/I, (a) bendi kapsamında sigortalı sayılmışlardır (m.4/II, a).

Sanatçılar, düşünürler, yazarlar: 5510 sayılı Kanun'da m.4/I, (a) bendine göre sigortalı sayılan bir diğer çalışan grubu da “Bir veya birkaç işveren tarafından çalıştırılan film, tiyatro, sahne, gösteri, ses ve saz sanatçıları, müzik, resim, heykel, dekoratif ve benzeri diğer uğraşıları içine alan bütün güzel sanat kollarında çalışanlar, düşünür ve yazarlar”dır (m.4/II, b). Bir iş sözleşmesine göre çalışanlar zaten m.4/I, (a) bendine göre sigortalı sayıldıkları için bu bendin, bir iş sözleşmesine göre çalışmamakla birlikte sanatsal bazı faaliyetlerde bulunanları kapsadığı; dolayısıyla kanun koyucunun bu bent kapsamında iş sözleşmesi ile çalışmayan sanatçılara ayrıca bir güvence getirdiği akla gelmektedir. Fakat 6111 sayılı Kanun'la 5510 sayılı Kanun'a eklenen ek 6. madde incelendiğinde kanun koyucunun bu bentte bir iş sözleşmesi ile çalışanları düzenlemek istediği ortaya çıkmaktadır.

Yabancılar: 5510 sayılı Kanun'a göre mütekabiliyet esasına dayalı olarak uluslararası sosyal güvenlik sözleşmesi yapılmış ülke uyruğunda olanlar hariç olmak üzere, yabancı uyruklu kişilerden iş sözleşmesi ile çalışanlar da m.4/I, (a) bendi kapsamında sigortalı sayılırlar. Bent, her ne kadar uluslararası sosyal güvenlik sözleşmesi yapılmış ülke uyruğunda olanların sigortalı sayılamayacakları gibi bir anlam çıkarmaya müsait olsa da bendin bu kişiler için öncelikle uluslararası sosyal güvenlik sözleşmesinin uygulanacağa sözleşmede hüküm bulunmaması hâlinde ise bu kişilerin 5510 sayılı Kanun m.4/I, (a) bendine göre sigortalı sayılacakları biçiminde yorumlanması gerekir.

Mülteciler ve vatansızlar da yabancı uyruklular gibi zorunlu sigortalı sayılırlar. Öte yandan 29.8.1961 tarih ve 359 sayılı Kanun'la onanmış bulunan “Mültecilerin Hukuki Durumuna Dair Sözleşme”nin 24. maddesine göre sosyal sigortalar açısından mültecilerin durumu, Türk vatandaşlarından ayrımsızdır (Yarg. 10HD, 24.04.2003, E. 2003/1898, K. 2003/3807).

Köy ve mahalle muhtarları ile hizmet akdine bağlı olmaksızın kendi adına ve hesabına bağımsız çalşanlar 4/1(b)'li olarak sigortalı saydır.

Koruma bekçileri

iş sözleşmesiyle çalışmadıkları hâlde önce 506 sayılı Kanun, ardından da 5510 sayılı Kanun m. 4/II, (d) hükmü ile bu kapsamda sigortalı sayılan bir başka grup ise 10.7.1941 tarihli ve 4081 sayılı Çiftçi Mallarının Korunması Hakkındaki Kanun'a göre çalıştırılan koruma bekçileridir. Bu kişiler, esas itibarıyla bir atama işlemine dayalı olarak çalışırlar. Gerçekten 4081 sayılı Kanun'un 7/II. maddesine göre anılan koruma bekçileri, köy ihtiyar meclislerince seçilirler, tayinleri ise vali ve kaymakamlarca onanır. Dolayısıyla çalışmaları bir iş sözleşmesine dayanmaz. Fakat sosyal düşüncelerle bu kişiler de m.4/I, (a) bendi kapsamındaki sigortalı grubuna dâhil edilerek sosyal güvenceye kavuşturulmuşlardır.

Genel** kadınları

2167 sayılı Kanun'la 506 sayılı Kanun'a eklenen ek madde 13 uyarınca 1593 sayılı Umumi Hıfzıssıhha Kanunu'nda belirtilen genelev kadınları, sosyal sigortaların kapsamına alınmışlardır. 5510 sayılı Kanun'da da aynı yönde hükme yer verilmiş ve 1593 sayılı Umumi Hıfzıssıhha Kanunu'nda belirtilen umumi kadınların m.4/I, (a) bendi kapsamında sigortalı sayılacağı belirtilmiştir (m.4/II, e).

Usta öğreticiler, ders ücreti karşılığında çalışanlar ile geçici personel

 Millî Eğitim Bakanlığı tarafından düzenlenen kurslarda usta öğretici olarak çalıştırılanlar, kamu idarelerinde ders ücreti karşılığı görev verilenler ile 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu'nun 4. maddesinin (C) bendi kapsamında çalıştırılanlar; m.4/I, (a) bendi kapsamında sigortalı sayılırlar (m.4/II, f).

Türkiye iş Kurumu tarafından düzenlenen toplum yararına çalışma programlarından yararlananlar

2011 tarihli ve 665 sayılı Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Hükmünde Kararname ile (RG, 2.11.2011, 28103 Mük.) eklenen bu bent uyarınca toplum yararına çalışanlar da m.4/I, (a) bendi uyarınca sigortalı sayılmışlardır (m.4/II, g). Bu sigortalılar için prim ödeme yükümlüsü Türkiye iş Kurumudur. 

İş Sözleşmesine Göre Çalışanlar

Yukarıda da belirtildiği gibi 5510 sayılı Kanun'un m.4/I, (a) bendi kapsamında sigortalı sayılmak için iş sözleşmesi kavramı ölçü olarak alınmış; ancak bu kavram tanımlanmamıştır. Bunun yerine Kanun'da Borçlar Kanunu ve iş mevzuatındaki iş sözleşmesi kavramlarına atıf yapılmakla yetinilmiştir (m.3/11). Dolayısıyla kimlerin m.4/I, (a) bendi kapsamında sigortalı sayılacaklarını tespit etmek için öncelikle sözü edilen Kanun'lardaki iş sözleşmesi kavramlarını açıklamak gerekmektedir.

1.7.2012 tarihinde yürürlüğe giren. Türk Borçlar Kanun'una göre “Hizmet sözleşmesi, işçinin işverene bağımlı olarak belirli veya belirli olmayan süreyle işgörmeyi ve işverenin de ona zamana veya yapılan işe göre ücret ödemeyi üstlendiği sözleşmedir”. iş Kanunu'nun 8. maddesinde de, bazı değişiklikler olsa da, benzer bir tanım yer almaktadır. Buna göre ise “İş sözleşmesi, bir tarafın (işçi) bağımlı olarak iş görmeyi, diğer tarafın (işveren) da ücret ödemeyi üstlenmesinden oluşan sözleşmedir” (m.8/I).

Her iki tanımın da ortaya koyduğu gibi iş sözleşmesinde bir taraf (işçi-sigortalı) diğer tarafa karşı iş görecek, diğer taraf (işveren) da buna karşılık işçiye (sigortalıya) ücret ödeyecek; ancak bu iş görme edimi bağımlı bir şekilde yerine getirilecektir. Bu ilişkideki en önemli unsuru “bağımlılık” unsuru oluşturmaktadır, zira öğretide de ifade edildiği gibi iş sözleşmesini, konusu iş görme olan diğer sözleşmelerden (vekâlet ve eser sözleşmeleri) ayıran en önemli unsur “bağımlılık” unsurudur. Gerçekten vekâlet ve eser sözleşmelerinde de bir kişinin bir başkası için ücret karşılığında çalışması söz konusu olmakta; ama bu çalışmanın bağımlı olması, bir başka anlatımla iş sahibinin emir ve denetimi altında gerçekleşmesi gerekmemektedir. Bu nedenle eğer konusu iş görme olan bir ilişkide bağımlılık yoksa iş sözleşmesinden, dolayısıyla da m.4/I, (a) bendi kapsamında sigortalılıktan söz edilemez. Tüm bu açıklamaların da ortaya koyduğu gibi bağımlılık unsurunun varlığı, bir kişinin m.4/I, (a) bendi kapsamın-da sigortalı sayılması bakımından büyük önem taşımaktadır.

Bağımlılık unsurunun tespitinde, kural olarak, işçinin işverenin emir ve denetimi altında çalışıp çalışmadığı araştırılmaktadır. Yargıtay, bu kuralı somutlaştırmışken işçinin işverene ait işyerinde çalışması gerektiğini de belirtmekteydi. Fakat ekonomik ve teknolojik gelişmeler sonucu ortaya çıkan yeni çalışma biçimleri karşısında bu koşul artık geçerliliğini yitirmiştir. Gerçekten bazı işçiler, iş görme edimlerini işyerine uzaktan bağlanarak veya iki işverenin anlaşması ve kendisinin de buna onay vermesi sonucu başka bir işverenin işyerinde ve onun emir ve talimatı altında (İş K. m.7) yerine getirebilmektedirler. Bunun gibi bazen de işverenden aldıkları işleri kendi evlerinde yapabilmektedirler. Öğretide, bu gibi çalışma biçimleri ve bu çalışmaların özellikleri de dikkate alınarak işçinin işverene ait iş organizasyonuna dâhil olarak çalışması hâlinde de bağımlılık ilişkisinin varlığının kabul edilmesi gerektiği haklı olarak ileri sürülmektedir. Dolayısıyla ekonomik ve teknolojik gelişmeler, artık klasik anlamdaki işyeri kavramından çok “iş ya da hizmet organizasyonu” kavramını ön plana çıkarmıştır. Bu nedenle başkasının iş ya da hizmet organizasyonu çerçevesinde çalışan bir kimse, diğer koşulları da varsa, sigortalı sayılmalıdır.

iş sözleşmesi: Bir tarafın (işçi) bağımlı olarak iş görmeyi, diğer tarafın (işveren) da ücret ödemeyi üstlenmesinden oluşan sözleşmeye denir.

Ayrıntılı bilgi için Ali Güzel'in “Fabrikadan Internet'e İşçi Kavramı” ve Ercan Turan/Ebru Pakin'in “Ev Eksenli Çalışanların Sosyal Güvenliği Üzerine Değerlendirmeler” adlı eserlere bakabilirsiniz.

4857 sayılı yeni iş Kanunu'nda da bu gelişmeler dikkate alınarak işyeri kavramı, “işyerine bağlı yerler, eklentiler ve araçlar ile oluşturulan iş organizasyonu kapsamında bir bütün ” (m. 2/III) olarak tanımlanmıştır. Özellikle, “iş organizasyonu” deyimi; belirli bir coğrafi mekânda kurulu dar anlamdaki işyerinin (büro, fabrika vb.) dışında çalışanların da, diğer koşullarla birlikte, işyerinin işçisi ya da sigortalısı sayılması konusunda önemli bir ölçüt oluşturacaktır.

Yargıtay Hukuk Genel Kurulu da 2009 yılında verdiği bir kararda buna dikkat çekmektedir. Hukuk Genel Kuruluna göre “Bağımlılık, iş ve sosyal güvenlik hukuku uygulamasında temel bir ilke olup bu unsur, hizmetini işverenin gözetimi ve yönetimi altında yapmayı ifade eder. Ne var ki iş hukukunun dinamik yapısı, ortaya çıkan atipik iş ilişkileri, yeni istihdam modelleri, bu unsurun ele alınmasında her somut olayın niteliğinin göz önünde bulundurulmasını zorunlu kılmaktadır. Bazı durumlarda, taraflar arasında sıkı bir bağımlılık ilişkisi bulunmasa da işverenin iş organizasyonu içinde yer alınmaktaysa bu unsurun varlığının kabulü gerekecektir. Önemli yön, işverenin her an denetim ve buyurma yetkisini kullanabilecek olması, çalışanın edimi ile ilgili buyruklara uyma dışında çalışma olanağı bulamayacağı nitelikte teknik ve hukuki bir bağımlılığın bulunmasıdır. Genel anlamda bağımlı çalışma, işverenin belirleyeceği yerde ve zamanda, işverence sağlanacak teknik destek ve işverenin denetim ve gözetiminde yapılan çalışmadır (YHGK, 24.06.2009, E. 2009/21-249, K. 2009/291, www.legalbank.net).

Bu konuda son olarak şunu da ekleyelim ki bu açıklamalar, bu gibi çalışma biçimlerinde artık bağımlılık unsurunun aranmadığı anlamına gelmemektedir. Sadece bu unsurun varlığını tespit bakımından daha farklı ölçütlere ihtiyaç olduğunu ifade etmektedir. Eğer kişi, iş görme edimini tamamen bağımsız olarak yerine getiriyorsa bu durumda bir iş sözleşmesinin varlığından, giderek m.4/I, (a) bendi kapsamında bir sigortalılıktan söz edilmesi mümkün olmayacakta.

Sigortalılık ilişkisini doğuran sözleşmenin, iş sözleşmesinin unsurlarını taşımasına rağmen çeşitli nedenlerle geçersiz olması ise geçersizliğin saptandığı tarihe kadar söz konusu kişinin sigortalı sayılmasını engellemez. Yargıtay da bu görüştedir. Yargıtaya göre bir kimsenin çalıştırılması yasak olan bir işte çalıştırılmış bulunmasının yani aradaki sözleşmenin geçersiz olmasının, o kimsenin çalıştığı sürece sigortalı sayılmasına engel olmaz (Aydınlı, http://www.ceis.org.tr/dergiDocs/kik982.htm). Belirtelim ki iş sözleşmesinin Kanun'a aykırılığının saptanması hâlinde sigortalılık geçmişe değil geleceğe etkili olarak sona erer (Aydınlı, http://www.ceis.org.tr/dergiDocs/kik982.htm; Arıcı, 283).

Sigortalılık niteliği, kural olarak, iş sözleşmesinin yapıldığı tarihte değil, fiilen işe başlama tarihinde kazanılır. Yargıtayın yerleşik kararları da bu yöndedir. Yüksek Mahkemeye göre sigortalılığın başlangıcı açısından önemli olan, çalışma olgusu olup işe giriş bildirgesinin Kuruma veriliş ya da gönderiliş tarihi değildir.

işyerinde gerçek çalışma olgusu, işe giriş bildirgesinin dayanağı olan bilgi ve belgeler ile ücret ödemelerine ilişkin işyeri kayıtlarınca da doğrulanmalıdır. Eylemli ve gerçek biçimde çalışma yoksa sigortalılıktan söz edilmesi de mümkün değildir. Çalışmayı ortaya koyan belgeler ise işe giriş bildirgesi ile birlikte sigortalının çalışma gün ve sayısını, kazanç durumunu, çalışma tarihleri ile birlikte ortaya koyan ve 86. madde uyarınca Kuruma verilmesi gereken aylık prim ve hizmet belgesidir. Kuşkusuz çalışma olgusunun ispatında tanıklardan yararlanmak da mümkündür. Ancak Yargıtay tanıkların sigortalının çalıştığını belirttiği tarihte işyerinde çalı-şan sigortahlarm olmasını aramakta, ancak bordro tanığı olmadığında da başka yöntemlerle gerçek çalışma olup olmadığının araştırılmasını istemektedir.

Genel Olarak Zorunlu Sigortalılar

Genel Olarak

5510 sayılı Kanun'la, daha önceki dönemden farklı olarak, sosyal sigortada “çok yasa”dan “tek yasa”ya geçilmiş; bunun yanında ayrıca “sosyal sigorta yardımı” olarak adlandırabileceğimiz parasal yardımlarla sağlık hizmet sunumu birbirinden ayrılmıştır. Bu ayrıma uygun olarak da Kanun’da iki farklı sigortalı kavramı ortaya çıkmıştır. Gerçekten Kanun'un 4. maddesi, geçici işgöremezlik ödeneği, sürekli ş-göremezlik geliri, ölüm geliri, malullük, yaşlılık ve ölüm aylığı gibi parasal yardımlara hak kazanma bakımından “sosyal sigortalı’’ diyebileceğimiz bir “sigortalı’’ kavramı öngörürken; 60. madde sadece sağlık hizmet sunumuna ilişkin yardımlardan yararlanacak “genel sağlık sigortalısı’’ kavramını düzenlemiştir (Akın, 28; Güzel/Okur/Caniklioğlu, 92; Sözer/Saraç,12, 152-159, 152-153). Belirtelim ki “genel sağlık sigortalısı” kavramı başka bir başlık altında ayrıca inceleneceği için bu başlık altında sadece “sosyal sigortalı’’ kavramı üzerinde durulacaktır.

5510 sayılı Kanun, ayrıca daha önce başka Kanun'ların kapsamına giren sigortalıları aynı Kanun’un kapsamına almıştır (m.4). Bu kapsamda, daha önce 506 sayılı Kanun'un kapsamına girenler, Kanun'un m.4/I, (a) bendinde; 1479 sayılı Kanun'un kapsamına girenler m.4/I, (b) bendinde; 5434 sayılı Kanun'un kapsamına girenler ise m.4/1, (c) bendinde sigortalı olarak sayılmışlardır (geç. m./I). Ayrıca daha önce bu Kanun'lara göre geçen sürelerin nasıl değerlendirileceğine ilişkin olarak da 5510 sayılı Kanun’un geç. 7. maddesinin birinci fıkrasında düzenleme yapılmıştır. Tarım kesiminde bir iş sözleşmesine göre süreksiz işlerde çalışanlar da 2925 sayılı Kanun'un bazı hükümleri yürürlükte bırakılarak başka bazı koşullularla yine 5510 sayılı Kanun'un kapsamına alınmışlardır (Ek m.5). Biz de bu ayrıma uygun olarak sigortalıları 4. maddedeki düzenleniş biçimine uygun olarak ayrı ayrı inceleyeceğiz.

http://www.sgk.gov.tr adresinden ayrıntılı bilgiye ulaşabilirsiniz.

Öte yandan sosyal sigortalarda sigortalı kavramı, sadece zorunlu sigortalılarla sınırlı değildir. Bunun dışında Kanun'da “isteğe bağlı sigorta” tekniği ile sosyal güvenceye kavuşturulanlar da bulunmaktadır. Bu nedenle sigortalı kavramı altında isteğe bağlı sigortalılar üzerinde de durulmalıdır. Nihayet Kanun'un kapsamı bakımından işveren, işveren vekili ve alt işveren kavramları da önem taşımaktadır, zira bu kişiler sosyal sigortalardan yararlanan kişiler içinde olmasalar da sigortalı çalıştırdıkları için Kanun'da öngörülen birçok yükümlülüğün kapsamında yer almaktadırlar. Bu nedenle Kanun'un kişiler açısından kapsamı dendiğinde yukarıda sayılan tüm kavramların üzerinde durulması gerekmektedir. Biz de bu açıklamalara uygun olarak önce zorunlu ve isteğe bağlı sigortalı kavramlarını, ardından hak sahibi-bakmakla yükümlü olunan kişi kavramını ve son olarak da işveren, işveren vekili ve alt işveren kavramlarını inceleyeceğiz.

Sosyal Güvenlik Kurumunun Çeşitli Mali Hükümleri

Çeşitli Mali Hükümler

Genel yönetim giderleri, Kurumun yıllık toplam gelirinin % 5'ini aşamaz.

Kurumun elde ettiği her türlü gelirin riskin dağıtılması ilkesi ve basiretli yönetim kurallarına göre Kurum lehine en yüksek getiriyi sağlayacak şekilde yönetilmesi esastır.

Süresi içinde ödenmeyen sosyal sigorta ve genel sağlık sigortası primleri, işsizlik sigortası primleri, idari para cezalan, gecikme zamları, katılım payları; Kurum alacağına dönüşür ve bu alacakların tahsilinde 6183 sayılı Amme Alacakların Tahsil Usulü Hakkında Kanun'un 51, 102 ve 106. maddeleri hariç diğer maddeleri uygulanır.

Diğer giderlerin primler ve primlerin değerlendirilmesinden elde edilecek gelirler ile karşılanması esastır. Sosyal güvenlik kanunları dışında Kurum giderlerini artıracak yasal düzenlemelerin Kuruma getireceği mali yükün merkezî yönetim bütçesinden karşılanması zorunludur.

Sosyal sigorta fonu, genel sağlık sigortası fonu ile hiçbir şekilde birleştirilemez ve fonlar arasında kaynak aktarılamaz (m.37).

Sosyal Güvenlik Kurumunun Vergi ve Fon Muafiyeti

Vergi ve Fon Muafiyeti

ilgili kanunlarda yer verilmemiş olsa dahi Kuruma ait taşınır ve taşınmazlar, bun-ların alım ve satım işlemleri ile Kuruma yapılacak bağış ve yardımlar, Kurumun taraf olduğu davalar, icra kovuşturmaları ile ilâmlar, Kurum tarafından satın alınan taşınmazlar ile ilgili tüm tapu işlemleri, Kurum tarafından yapılan bütün işlemler ve bu işlemler için ilgililere verilmesi veya bunlardan alınması gereken yazı ve belgeler ve bunların suretleri; damga vergisi ve harçlar ile belediyelerde yürütülecek her türlü hizmet karşılığı alınan ücret ve katılma payından müstesnadır (m.36).

Sosyal Güvenlik Kurumunun Taşınmaz Edinmesi ve Mal Varlıklarının Hukuki Durumu

Kurum, görevlendirildiği hizmetlerin gereği ve bağışlar dışında taşınmaz edinemez.

Kurumun malları, alacakları, banka hesaplan; 2004 sayılı icra ve iflâs Kanunu ile 6183 sayılı Amme Alacakların Tahsil Usulü Hakkında Kanun bakımından Devlet malı hükmünde olup alacakları, imtiyazlı alacaklardır.

Kurumun taşınır ve taşınmazları, bankalardaki mevduatları dâhil her türlü hak ve alacakları haczedilemez, hakkında 2004 sayılı icra ve iflas Kanunu'nun haciz ve iflas hükümleri uygulanmaz.

Kurum, her türlü dava ve icra işlemlerinde teminat yatırmak mükellefiyetinden muaftır.

Kurum, 2886 sayılı Devlet ihale Kanunu hükümlerine tabi değildir. 2886 sayılı Kanun kapsamına giren işlerde uygulanacak usul ve esaslar, Kurumca çıkarılacak yönetmelikle düzenlenir.

Kurumun sahibi bulunduğu taşınmazların kira artış oranlan, 213 sayılı Vergi Usul Kanunu uyarınca her yıl belirlenen yeniden değerleme oranından az olmamak üzere rayiç değerle belirlenir. Ancak ekonomik koşullar göz önünde bulundurularak kira bedellerini belirlemeye Yönetim Kurulu yetkilidir (m.35).

Sosyal Güvenlik Kurumunun Gelirleri ve Giderleri

Kurumun gelirleri şunlardır:

Sosyal sigorta ve genel sağlık sigortası prim gelirleri, idari para cezaları, gecikme cezalan, gecikme zamları ve katılım paylan.

Sosyal sigorta ile genel sağlık sigortasına yapılan Devlet katkısı.

Taşınır ve taşınmaz gelirleri.

Kurumca hazırlanan her türlü standart form, manyetik, elektronik veya akıl-lı kart satışından elde edilecek gelirler ile her türlü data hattı, internet kullanımı ve benzeri kira gelirleri.

Merkezî yönetim bütçesinden yapılacak diğer transferler.

Gerçek veya tüzel kişiler tarafından doğrudan veya vasiyet yoluyla yapılan bağışlar.

Primlerin ve diğer gelirlerin değerlendirilmesinden elde edilen gelirler.

Diğer gelirler. 

Kurumun giderleri şunlardır:

Sosyal sigorta kapsamında sigortalı ve hak sahiplerine ödenecek olan gelir, aylık ve ödenekler.

Genel sağlık sigortası kapsamında yapılacak giderler.

Genel yönetim giderleri.

Faiz giderleri.

Eğitim, araştırma, danışmanlık hizmet giderleri.

Diğer giderler (m.34).

Sosyal Güvenlik Kurumunun Finansal Hedeflerinin Belirlenmesi ve İzlenmesi

Sosyal Güvenlik Kurumunun mali yapısına ilişkin düzenlemeler; kurumun finansal hedeflerinin belirlenmesi ve izlenmesi, kurumun gelirleri ve giderleri, kurumun taşınmaz edinmesi ve mal varlıklarının hukuki durumu, vergi ve fon muafiyeti, çeşitli mali hükümler olmak üzere beş başlık altında incelenecektir.

Kurumun Finansal Hedeflerinin Belirlenmesi ve izlenmesi Kurum; merkezî yönetim bütçesinden kendisine ayrılan yıllık sosyal sigortalar, genel sağlık sigortasına ilişkin ayrı ayrı olmak üzere transfer tutarını, üç yıllık transfer projeksiyonunu ve uzun dönemli emeklilik ve genel sağlık sigortası finansman hedeflerini gerçekleştirmekle görevlidir. Finansman hedefleri, her yıl en geç ekim ayında bir sonraki yıl uygulanmak üzere Yönetim Kurulunun önerisi üzerine Bakanın başkanlığında Maliye Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı, Devlet Planlama Teşkilatı ve Hazine müsteşarları ile Başkanın katılımıyla oluşan komisyon tarafından belirlenir. Komisyonun sekreterya işlemleri Kurum tarafından yürütülür.

Kurum; bu hedeflerin gerçekleştirilmesi için gerekli tedbirleri almak, mevzuat değişikliği önerilerini Bakanlığa sunmak, yetki alanına girmeyen hususlarda ise ilgili kurumlarca alınması gereken tedbirleri gerekçeleri ile birlikte Bakanlığa önermekle yükümlüdür. Kamu idareleri, Kurumun finansman hedeflerinin gerçekleştirilmesini doğrudan etkileyecek düzenlemeler ve uygulamalar konusunda Kurumun görüşünü almak zorundadır.

Başkan, belirlenen hedeflerin gerçekleşmesine yönelik alınan ve planlanan tedbirleri, elde edilen sonuçlan ve diğer kamu idarelerinden yapılan önerileri ve sonuçlarını içeren bir raporu; altı aylık dönemler hâlinde Bakanlar Kuruluna, Türkiye Büyük Millet Meclisi Sağlık, Aile, Çalışma ve Sosyal işler Komisyonuna ve Plan ve Bütçe Komisyonuna sözlü ve yazılı olarak sunar.

Kurum, belirlenen hedefleri ilan edilen sürelerde ulaşılamaması ya da ulaşıla-mama olasılığının ortaya çıkması hâlinde nedenlerini ve alınması gereken önlemleri Bakanlığa yazılı olarak bildirir ve kamuoyuna açıklar (m.33).

Sosyal Güvenlik Kurumu ve onun öncesindeki sosyal güvenlik kuramlarının bütçesinin açık vermesinin nedenleri nelerdir?

Sosyal Güvenlik Uzmanı, Müfettiş ve Yardımcıları

 Kurumda sosyal güvenlik uzman yardımcısı veya müfettiş yardımcısı kadrolarına atanabilmek için 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu'nun 48. maddesinde sayılan genel şartlara ilave olarak

En az dört yıllık eğitim veren yükseköğretim kurumların hukuk, siyasal bilgiler, iktisat, işletme, iktisadi ve idari bilimler, tıp, diş hekimliği, eczacılık fakültelerinden veya sosyal hizmetler, sağlık idaresi veya sağlık yönetimi, matematik, istatistik, aktüerya, bankacılık, sigortacılık, işletme mühendisliği, endüstri mühendisliği, yazılım mühendisliği, elektronik mühendisliği, elektrik ve elektronik mühendisliği, bilgisayar mühendisliği bölümlerinden ya da bunlara denkliği Yükseköğretim Kurulunca kabul edilmiş yurt dışındaki yükseköğretim kurumlarından mezun olmak,

Mesleki konular ve yabancı dilde yapılacak yarışma sınavında başarılı olmak,

Sınavın yapıldığı yılın ocak ayının ilk gününde otuz yaşını doldurmamış olmak şartları aranır.

Sosyal güvenlik uzman yardımcısı veya müfettiş yardımcısı olarak atananlar; en az üç yıl fiilen çalışmak, olumlu sicil almak ve Kurumca belirlenen konuda tez ha-zırlamak kaydıyla sosyal güvenlik uzman yardımcıları, sosyal güvenlik uzmanlığı için; müfettiş yardımcıları ise müfettişlik için açılacak yeterlik sınavına girme hak-kını kazanırlar. Yeterlik sınavlarında başarılı olanlar; İngilizce, Fransızca ve Almanca dillerinden birinde Kamu Personeli Yabancı Dil Bilgisi Seviye Tespit Sınavından en az (C) düzeyinde belge ibraz etmeleri hâlinde Sosyal Güvenlik Uzmanı veya Müfettiş kadrolarına atanırlar. Sosyal güvenlik uzmanlığı veya müfettişlik yeterlik sınavında başarı gösteremeyenlere, yeterlik sınavından itibaren bir yıl içinde bir hak daha verilir.

Bu süre sonunda da yeterlik sınavında başarı gösteremeyenler, durumlarına uygun diğer kadrolara atanırlar.

Sosyal güvenlik uzmanlığı veya müfettişlik yeterlik sınavında başarılı olmasına rağmen yabancı dil belgesini ibraz edemeyenlere, yabancı dil belgesini ibraz etmeleri için yeterlik sınavından itibaren iki yıl süre tanınır. Bu süre sonunda da yaban-cı dil belgesini ibraz edemeyenler, durumlarına uygun diğer kadrolara atanırlar.

Sosyal Güvenlik Kurumunda Başkan, Başkan Yardımcısı, Genel Müdür, Rehberlik ve Teftiş Başkanı, Strateji Geliştirme Başkanı, Aktüerya ve Fon Yönetimi Daire Başkanı ve I. Hukuk Müşaviri kadrolarına müşterek kararname ile, diğer Daire Başkanı ve Sosyal Güvenlik il Müdürü kadrolarına Başkanın önerisi üzerine Bakan onayı ile, bunların dışında kalan Kurum kadrolarına ise Başkan onayı ile atama yapılır.

Yardımcılıkta geçirilen süre, askerlik hizmetinde veya ücretsiz izinde geçirilen süreler hariç beş yılı aşamaz.

Sosyal güvenlik uzman yardımcılarının ve müfettiş yardımcılarının mesleğe alınma, tez hazırlama, yetiştirilme, yeterlik sınavları ile diğer konulara ilişkin usul ve esaslar Kurumca çıkarılacak yönetmeliklerle belirlenir (m.30).