27 Ağustos 2015 Perşembe

Vergi Hukukunun İlkeleri

Vergi Hukukunun İlkeleri
Vergi hukukunun temel ilkelerinden biri "‘vergide gen ellik" tir. Vergide genellik; herkesin vergi vermesi, toplumun herhangi bir kesimine vergi ile ilgili ayrıcalık tamnmamasıdır.
Diğer bir vergi hukuku ilkesi olan “vergide adalet” ise mali güce göre vergilemedir. Vergide adalet, çok kazanandan çok; az kazanandan az vergi alınması anlamına gelir. Bu anlamda dolaylı vergilerin vergide adalet ilkesine aykırı olduğu söylenebilir.
“ Vergide kanunilik" ise vergi ve benzeri yükümlerin kanunla konulması, değiştirilmesi ve kaldırılmasıdır. Vergiler kanunların altında yer alan düzenlemelerle, örneğin tüzük ve yönetmeliklerle konamaz, kaldırılamaz ve değiştirilemez.

 

KAYNAK: www.puuny.com

VERGİ HUKUKU

VERGİ HUKUKU
Günümüzde çağdaş toplumlarda devlet birçok hizmet yerine getirmektedir. Kamu hizmeti adı verilen bu hizmetleri yerine getirebilmek için devlet mali kaynaklara, yani menkul ve gayrimenkul mallara ve paraya ihtiyaç duyar. Mali hukuk devletin bu para ve malları nasıl elde edeceği ve nasıl kullanılacağına ilişkin kuralları içerir. Bu kapsamıyla mali hukuk iki alt-alanı içermektedir: Devletin gelirlerine ilişkin “gelir hukuku” ve devletin giderlerine ilişkin “gider hukuku”. Günümüzde gider hukuku “bütçe hukuku”; gelir hukuku ise “vergi hukuku” olarak isimlendirilmektedir. Bu bağlamda vergi hukuku teriminin geniş ve dar anlamda kullanıldığına da işaret etmemiz gerekir. Geniş anlamda vergi hukuku verginin yanında resim, harç ve şerefiye gibi devletin kamu gücüne dayanarak elde ettiği tüm gelirleri kapsarken, dar anlamda vergi hukuku yalnız vergilere ilişkin kuralları içerir. Dolayısıyla vergi hukuku, devlet ile vergi mükellefleri arasındaki vergi ilişkisinden kaynaklanan hak ve ödevleri inceleyen hukuk alanıdır.
Geçmişte bu konuda tartışmalar yapılmış olmakla birlikte günümüzde vergi hukuku kamu hukuku içerisinde bağımsız bir hukuk alanı olarak kabul edilmektedir. Bu bağlamda, vergi hukuku geliştirdiği kendine özgü “mükellef”, “vergi sorumlusu”, “peçeleme” gibi kavramlar; “tarh”, “tebliğ”, “tahakkuk”, “tahsil” gibi işlemlere ilişkin kurallar; “uzlaşma”, “matrah tespit yöntemleri”, “tevkifat” gibi yöntem ve tekniklerle varlığını sürdürmektedir.
Mali hukuk iki alt-alanı içermektedir: Devletin gelirlerine ilişkin “gelir hukuku” ve devletin giderlerine ilişkin “gider hukuku”.
Vergi, kamu giderlerini karşılamak amacıyla devletin veya devletin yetkilendirdiği diğer kamu tüzel kişilerinin, hukuki zorunluluk altında, yasayla belirtilen kurallara göre ve karşılıksız olarak gerçek ve tüzel kişilerin gelir ve malları üzerinden nakdi ya da aynî olarak aldıkları paydır.
Vergi yükümlüsü, vergi yasalarına göre alacaklı vergi dairesine karşı vergiyi ödemekle sorumlu olan gerçek veya tüzel kişilerdir.
Matrah, verginin hesaplanmasına temel oluşturan değer ya da miktardır.
Tarh, vergi idaresinin, çeşitli biçimlerde belirlediği matraha vergi tarifelerinin uygulanmasıyla vergi borcunun hesaplamasına yönelik idari işlemdir.
Vergi hukukunun asli kaynakları arasında, diğer kamu hukuku alanlarında olduğu gibi Anayasa, yasalar ve uluslararası antlaşmalar yer alır. Bunun yanında vergi hukuku açısından kanun hükmünde kararnameler, Bakanlar Kurulu kararları, tüzükler, yönetmelikler, düzenleyici genel tebliğler, Anayasa Mahkemesi kararları ve içtihadı birleştirme kararları da asli kaynaktır. Yardımcı kaynaklar arasında ise açıklayıcı genel tebliğler, genelgeler, sirkülerler, muktezalar, yargı kararları ve öğreti sayılabilir.
Vergi hukuku içerisinde incelenen önemli konulardan biri vergi yasalarının uygulanması meselesidir. Vergi yasalarının hangi devletin veya devletlerin sınırları içerisinde nasıl uygulanacağı, vergi yasalarının yürürlüğe girmesi ve yürürlükten kalkması, vergi yasalarının yorumu, vergi hukukunda boşluk doldurma ve takdir yetkisi gibi konular bu başlık altında değerlendirilir.
Vergi hukukunda, vergi yasalarının uygulanması meselesi başlığı altında hangi konular değerlendirilir?

Vergi tahakkuku, verginin tarh edilmesinden sonra tahsil edilebilir duruma gelmesi, yani vergiyle ilgili bir alacak hakkının doğmasıdır.
Vergi tahsili, tarh ve tahakkuktan sonra vergi borcunun vergi yükümlüsü tarafından ödenmesidir.
Takas (ödeşme, sayışma), aynı cinsten, ikisi de muaccel (vadesi gelmiş), karşılıklı iki alacağın birbirine sayışılmasıdır.
Devletin vergilendirme yetkisi ve bunun karşılığında kişilerin vergi ödevi vergi hukukunun diğer iki önemli alt-başlığı olarak karşımıza çıkar. Devletin vergilendirme yetkisinde hukuk devleti ve sosyal devlet ilkelerinin önemi ve vergilendirme yetkisinin uluslararası sınırları birinci alt-başlık; vergi yükümlülüğü, vergi yükümlülüğünde ehliyet ve temsil, vergi sorumluluğunun kapsamı ve istisnaları, vergi hukukunda teselsül gibi konular da ikinci alt-başlık altındaki konulardır.
Tarh, tebliğ, tahakkuk ve tahsil vergilendirme işlemleridir. Bu işlemlerde uyulması gereken süreler vergi hukukunun önemli konularından bir diğeridir. Vergi hukuku vergi borcunun sona ermesine ilişkin kuralları da içerir. Buna göre, vergi borcu ödeme, zamanaşımı, takas, terkin gibi nedenlerle sona erer.


Geniş anlamda vergi hukuku verginin yanında resim, harç ve şerefiye gibi devletin kamu ■* *   ^ gücüne dayanarak elde ettiği tüm gelirleri kapsarken, dar anlamda vergi hukuku yalmz
vergilere ilişkin kuralları içerir. Dolayısıyla vergi hukuku, devlet ile vergi mükellefleri arasındaki vergi ilişkisinden kaynaklanan hak ve ödevleri inceleyen hukuk alanıdır.


Vergi Hukukunun İlkeleri
Vergi hukukunun temel ilkelerinden biri "‘vergide gen ellik" tir. Vergide genellik; herkesin vergi vermesi, toplumun herhangi bir kesimine vergi ile ilgili ayrıcalık tamnmamasıdır.
Diğer bir vergi hukuku ilkesi olan “vergide adalet” ise mali güce göre vergilemedir. Vergide adalet, çok kazanandan çok; az kazanandan az vergi alınması anlamına gelir. Bu anlamda dolaylı vergilerin vergide adalet ilkesine aykırı olduğu söylenebilir.
“ Vergide kanunilik" ise vergi ve benzeri yükümlerin kanunla konulması, değiştirilmesi ve kaldırılmasıdır. Vergiler kanunların altında yer alan düzenlemelerle, örneğin tüzük ve yönetmeliklerle konamaz, kaldırılamaz ve değiştirilemez.

 

KAYNAK: www.puuny.com

Ceza Hukukunun İlkeleri

Ceza Hukukunun İlkeleri
Ceza hukukunun en önemli ilkelerinden biri kanunilik ilkesidir (TCK.m.2). Bu ilke iki unsur içerir: Yasada açıkça gösterilmeyen bir fiil suç oluşturmaz ve bir suç için ancak yasada belirlenen ceza uygulanabilir. Bu ilkenin çok önemli bazı sonuçları vardır. Bu sonuçlar şu şekilde ifade edilebilir: Birincisi, örf ve âdet kurallarıyla suç ve ceza yaratılamaz; İkincisi, ceza hukukunda kıyas yasaktır; üçüncüsü, ceza yasaları açık ve belirli olmalıdır; dördüncüsü, aleyhte yasalar geriye yürümez.
Ceza hukuku, suçları tanımlayan hukuk alanıdır. Ceza hukuku söz konusu suçlar için öngörülen yaptırımları ve bu yaptırımların nasıl uygulanacağını da gösterir.

Ceza hukukunda yer alan diğer bir ilke “kanunu bilmemek mazeret sayılmaz ilkesi"dir (TCK. m.4). Bu ilkeye göre, suç ve cezaların neler olduğunu herkesin bildiği varsayılır. Dolayısıyla bir suç işleyen kimse, ben bunun suç olduğunu bilmiyordum diyerek cezai sorumluluktan kurtulamaz. Bu noktada kişinin bilmesi gereken, o davranışın hukukun onaylamadığı bir davranış olmasıdır; yoksa cezanın miktarını bilmesi gerekmez.
Cezanın şiddetli bir yaptırım olması ve insan yaşamını önemli ölçüde etkilemesi ceza hukukunda bir başka ilkenin daha kabul edilmesini gerektirmiştir, söz konusu ilke “herkes hüküm giyene kadar masum kabul edilir ilkesi"dir. Bu ilkenin doğal sonucu olarak yargılama sürecinde şüphe sanık lehine yorumlanır. Aslen delil yetersizliğinden beraat de yine bu ilkenin bir sonucudur.
Ceza hukukunun bir diğer ilkesi de “ceza sorumluluğunun şahsiliği"dir (TCK. m.20). Bu ilkeye göre, kimse başkasının fiili dolayısıyla cezalandırılamaz. Dolayısıyla babaya çocuğunun fiili, kocaya karısının fiili dolayısıyla ceza verilemez.
Ceza hukukunda bir başka ilke de “ceza kanunlarının geçmişe etkisi" ile ilgilidir. Bu ilkeye göre, işlendiği zaman yürürlükte bulunan kanuna göre suç sayılmayan bir fiilden dolayı kimseye ceza verilemez. İşlendikten sonra yürürlüğe giren kanuna göre suç sayılmayan bir fiilden dolayı kimse cezalandırılmaz. Böyle bir cezaya hükmolunmuşsa cezanın infazı ve kanuni neticeleri kendiliğinden ortadan kalkar (TCK. m.7).
Son olarak ceza hukukunda “yersellik ilkesi"nin uygulandığından bahsetmek gerekir. Buna göre, Türkiye’de işlenen suçlar hakkında Türk kanunları uygulanır. Bu bağlamda Türkiye topraklarında, Türk Hava Sahası ve Karasularında işlenen suçlara, bunları yabancı uyruklular işlemiş olsa bile Türk Hukuku uygulanacaktır (TCK.m.8).
Ceza Hukuku ile ilgili olarak daha kapsamlı bilgi edinebilmek için, yararlı bir kaynak olarak Ceza Hukuku Genel Kısım adlı kitabı inceleyebilirsiniz (Nevzat Toroslu, Ankara: Seçkin Yayıncılık, 2010).

 

KAYNAK: www.puuny.com

CEZA HUKUKU

CEZA HUKUKU
Suç bir insan davranışıdır ancak suç olarak tanımlanan davranışlar gerçekleştirildiklerinde toplumsal barışı tehdit ederler. Dolayısıyla toplumsal yaşamın barışçı bir biçimde sürdürülebilmesi için hangi davranışların yapılması, hangi davranışların yapılmaması gerektiğinin belirlenmesi gerekir. İşte ceza hukuku bu davranışları, yani suçları tanımlayan hukuk alanıdır. Bunun yanında ceza hukuku söz konusu suçlar için öngörülen yaptırımları ve bu yaptırımların nasıl uygulanacağını da gösterir.
Bu tanımlandığı biçimiyle suçlunun cezasını ve nasıl cezalandırılacağını belirlediği için ceza hukukunun cezalandırıcı bir işlevi vardır. Ceza hukuku, suçluların cezalandırılmasını sağladığı için başka kişilerin suç işlemesini de engeller. Bu yanıyla ceza hukuku aynı zamanda koruyucu bir işlev de görür. 5237 sayılı ve 26.09.2004 tarihli Türk Ceza Kanunu’nun 1. maddesinde Ceza Kanunu’nun amacı: “...kişi hak ve özgürlüklerini, kamu düzen ve güvenliğini, hukuk devletini, kamu sağlığını ve çevreyi, toplum barışını korumak, suç işlenmesini önlemek...” olarak tanımlanmıştır.
Ceza hukukunun koruyucu işlevi nedir, açıklayınız.
Ceza hukuku, suçları ve yaptırımları gösteren “maddi” ceza hukuku ve suçların ortaya çıkarılıp faillerinin yargılanması (ceza muhakemesi hukuku) ve yaptırımların uygulanması (infaz hukuku) ile ilgili konuları içeren “şekli” ceza hukukunu içe-
Suç, hukuk kurallarının yapılmasını veya yapılmamasını yasakladığı eylemdir. Suç, hukuk düzeni tarafından cezai yaptırıma bağlanmıştır.
Ceza, kanunlara aykırı davranan kimseye, mahkemeler tarafından uygulanan yaptırımdır. Ceza hukukundaki ceza türleri esas olarak İkiye ayrılır: hapis cezaları ve adil para cezaları.

 

KAYNAK: www.puuny.com

İDARE HUKUKU

İDARE HUKUKU
İdare, yürütme organının; Cumhurbaşkanı, Bakanlar Kurulu, Başbakan ve bakanlar dışında kalan kısmı ile il özel idaresi, belediye, köy, üniversite, TRT, meslek kuruluşları gibi diğer kamu tüzel kişilerini ifade eder. İdare, toplumun günlük yaşamını sürdürmesine hizmet eden, kamu yararını gerçekleştirmeye yönelik faaliyetleri gerçekleştirir. Bu anlamda idare hukuku, idarenin kuruluşuna, yapısına, işleyişine ve idarenin yerine getirdiği işlevin düzenlenmesine ilişkin kuralları içerir.
İdare hukukunun asli kaynakları yazılı ve yazısız kaynaklar olmak üzere ikiye ayrılır. Yazılı kaynaklar arasında anayasa, yasalar, kanun hükmünde kararnameler, uluslararası antlaşmalar, tüzükler ve yönetmelikler yer alır. Yargı kararları ve doktrin ise idare hukukunun yardımcı kaynakları arasında sayılabilir.
İdare hukukunun konuları arasında idarenin kuruluşu, yani idari teşkilat önemli bir yer tutar. Anayasa’mıza göre, “İdarenin kuruluş ve görevleri, merkezden yönetim ve yerinden yönetim esaslarına dayanır” (m. 123). Merkezî idare; başkent teşkilatı (yani Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakanlar Kurulu ve kamu hizmetinin niteliği ve gereklerine göre teşkilatlanan bakanlıklar) ve merkezi idarenin taşra teşkilatından (yani kamu hizmetinin tüm ülke düzeyinde yürütülmesi amacıyla oluşturulan il, ilçe ve bucaklardan) oluşur. Yerinden yönetim ise iki biçimde karşımıza çıkar: yer yönünden yerinden yönetim (il özel idareleri, belediyeler, köyler) ve hizmet yönünden yerinden yönetim (üniversiteler, TRT, TÜBİTAK gibi). Yerinden yönetim kuruluşları devletten ayrı bir kamu tüzel kişiliğine sahiptirler. Kamu tüzel ki-

Hiyerarşi, idare içindeki görevliler arasında altlık-üstlük ilişkisi kurumasıdır.
Vesayet, merkezi idarenin yerinden yönetim kuruluşları üzerinde denetim yetkisi kullanmasıdır.
Kamu hizmeti; idarenin, bir kamu tüzel kişisi tarafından veya onun denetimi altında bir özel hukuk tüzel kişisi tarafından kamu yararı amacını gerçekleştirmeye yönelik faaliyetleridir.
Kolluk hizmeti, idarenin kamu düzenini sağamaya yönelik faaliyetidir.
Kamu kuruluşları, kamu hizmetini yerine getirirken özel mülkiyete konu olan bazı taşınmazların tamamı ya da bir kısmını, kamu yararı için kamulaştırabilirler. Kamulaştırma sonucunda, söz konusu mallar için kamulaştırma bedeli ödenir ve bu mallar kamu mülkiyetine geçirilir.
şiliği anayasa veya yasada açıkça tanımlanabilir. Anayasa veya yasada açık bir nitelendirme yoksa kamu tüzel kişiliğinden söz edebilmek için şu şartların varlığı aranır: Devlet tarafından (yani yasama organı tarafından yasayla veya yasanın açıkça verdiği bir yetkiye dayanarak idare tarafından) kurulmuş olma ve kamu gücü ayrıcalıkları ile donatılmış olma.
İdari teşkilata hakim olan temel ilke idarenin bütünlüğü ilkesidir. İdarenin bütünlüğü iki yöntemle veya hukuki araçla sağlanır: Hiyerarşi (yani idare içindeki görevliler arasında altlık-üstlük ilişkisi kurulması) ve vesayet (yani merkezi idarenin yerinden yönetim kuruluşları üzerindeki denetim yetkisi kullanması).
İdare yukarıda açıkladığımız anayasal işlevini yerine getirirken çeşitli işlemler yapar. İdarenin, hukuk düzeninde değişiklik yapan irade açıklamalarına idari işlem denir. İdare tek yanlı ve iki yanlı olmak üzere iki tür işlem yapar. Tek yanlı idari işlemler bireysel idari işlemler (örneğin bir kişinin memur olarak atanması) ve düzenleyici işlemler (yani tüzük, yönetmelik gibi genel ve muhatapları ismen belirlenmemiş olan işlemler) olmak üzere ikiye ayrılır. İki yanlı idari işlemler ise idari sözleşmelerdir (orman işletme sözleşmesi yapma, maden imtiyazı tanıma vb.).
İdarenin faaliyetleri açısından temel kavram kamu hizmetidir. Kamu hizmeti bir kamu tüzel kişisi tarafından veya onun denetimi altında bir özel hukuk tüzel kişisi tarafından kamu yararı amacını gerçekleştirmeye yönelik faaliyetlerdir. Kamu hizmeti açısından kamu hizmetinin devamlılığı, kamu hizmetlerinden eşit biçimde yararlanma, kamu hizmetlerinin tarafsız bir biçimde yerine getirilmesi gibi ilkeler önem taşır. Kamu düzenini sağlamaya yönelik kolluk hizmeti idarenin faaliyetleri arasında en önemli faaliyetlerden biri olarak karşımıza çıkar.
İdare, kamu görevlileri (yani memurlar ve diğer kamu görevlileri) eliyle ve kamu mallarını kullanarak faaliyetlerini yürütür. Kamu mallan ve kamu görevlileri (idari personel), İdare hukukunun temel konularındandır. Kamu görevlileri, idarenin insan öğesini oluşturur. Kamu görevlisi kavramı, kamu kurum ve kuruluşlarının genel idare esaslarına göre yürütmekle yükümlü oldukları kamu hizmetlerinin gerektirdiği asli ve sürekli görevleri yürüten kişileri kapsar. Bunlar devlet memurları ve diğer kamu görevlileridir.
Devlete ait olan mallara “kamu mallan” denir. Belediye otobüsü, göl, deniz, maden, parklar kamu mallarından bazılarıdır. Bunlar ipotek edilemezler, satılamazlar, vergiye tâbi değillerdir. Kamu mallarına zarar veren kişiler, özel mülkiyete konu olan mallara zarar verenlere oranla daha ağır cezalandırılırlar. İdarenin kamu malları üzerindeki yetkileri arasında bunları kullanma, koruma, yararlanma ve kamu malı olmaktan çıkarma vb. yetkiler yer alır.
İdarenin sahip olduğu yetkileri kullanması neticesinde bir zarar ortaya çıkması durumunda idarenin sorumluluğu doğar.
Nihayetinde idare tüm faaliyetlerini yürütürken hukuka, yani Anayasa’ya ve yasalara uygun davranmak zorundadır. Bu, hukuk devleti ilkesinin de gereklerinden biridir. Anayasa’mızın 125. maddesine göre: “İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır.” İdarenin hukuka uygun davranıp davranmadığı ve eğer hukuka aykırı davranmışsa hangi yaptırımın uygulanacağı idari yargı organları tarafından tespit edilir. Başka bir deyişle, idari yargı, idari makamların idare hukuku alanındaki faaliyetlerinden kaynaklanan uyuşmazlıkların çözümlendiği yargı koludur. İdari yargıda devlet ve ona bağlı kurum ve kuruluşların idare hukuku esaslarına göre yaptıkları işlemlerden doğan uyuşmazlıklar çözümlenir. İlk derece mahkemeleri (İdare mahkemeleri ve Vergi mahkemeleri) ve üst derece mahkemelerinden (Bölge idare mahkemeleri ve Danıştaydan) oluşan idari yargı, idarenin hukuka uygunluğunu sağlar. İdari yargı alanında iptal, tam yargı ve idari sözleşmelerden doğan davalara rastlanır.
İdare, yargı dışında da birçok yöntemle denetlenmektedir. O halde idare, yargı dışı denetim ve yargısal denetim olmak üzere iki yönlü bir denetime tâbidir. Yargısal denetimden yukarıda bahsetmiştik. Yargı dışı denetim ise, idarenin yargı organları dışındaki kişi ve kuruluşlarca denetlenmesi anlamına gelir. Yargı dışı denetim; Uluslararası denetim (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin ya da diğer uluslararası kuruluşların yaptığı denetim), İdari denetim (bir kurum içinde üstün astı denetlemesi şeklindeki hiyerarşik denetim ya da bir idari kuruluşun başka bir idari kuruluşu denetlemesi şeklindeki dış denetim), Siyasal denetim (meclisin, hükümet üzerinde gensoru, soru, meclis soruşturması, genel görüşme vb. yöntemlerle yaptığı denetim) ve Kamuoyu denetimi (sivil toplum örgütlerinin ve medyanın etkisiyle oluşan denetim) olarak karşımıza çıkar.
İdare, yürütme organının; Cumhurbaşkanı, Bakanlar Kurulu, Başbakan ve bakanlar dışında kalan kısmı ile il özel idaresi, belediye, köy, üniversite, TRT, meslek kuruluşları gibi diğer kamu tüzel kişilerini ifade eder. İdare, toplumun günlük yaşamını sürdürmesine hizmet eden, kamu yararını gerçekleştirmeye yönelik faaliyetleri gerçekleştirir. İdarenin sahip olduğu yetkileri kullanması neticesinde bir zarar ortaya çıkması durumunda idarenin sorumluluğu doğar.
“İdarenin hukuka uygunluğu”ndan ne anlıyorsunuz? İdarenin hukuka uygunluğunu sağlayan mekanizmayı anlatınız.
İdare Hukuku ile ilgili olarak daha kapsamlı bilgi edinebilmek için, yararlı bir kaynak olarak Yönetim Hukuku adlı kitabı inceleyebilirsiniz (Şeref Gözübüyük, Ankara: Turhan Ki-tabevi, 2008).

 

KAYNAK: www.puuny.com

Temel Hak ve Özgürlükler

Temel Hak ve Özgürlükler
Çağdaş anayasaların birçoğunda temel hak ve özgürlükler de geniş bir yer tutmaktadır. Anayasalarda yer alan özgürlüklerin bir kısmı, konut dokunulmazlığı, ifade özgürlüğü, din ve vicdan özgürlüğü, kişi güvenliği gibi devletin karışamaya-

Negatif statü hakları devlete; dokunmama, karışmama, müdahale etmeme gibi olumsuz anlamda bir görev yükleyen haklardır.
Aktif statü hakları ( katılma hakları, birinci kuşak haklar), seçme, seçilme, siyasal parti kurma, siyasal partiye üye olma gibi vatandaşların siyasal süreçlere katılmalarını sağlayan haklardır.
isteme hakları (pozitif statü hakları, ikinci kuşak haklar), bireye devletten bir hizmet ya da edim isteme olanağı tanır. Çalışma, sağlık, sosyal güvenlik hakkı gibi sosyal ve ekonomik nitelikli söz konusu haklar, devlete, sosyo-ekonomik anlamda vatandaşların yararına sorumluluklar yükler, olumlu anlamda bir şeyler yapma görevi verir.
Üçüncü kuşak haklar, bazı anayasalarda yer alan, çevre, barış, gelişme hakkı gibi son yıllarda güncel hale gelen haklardır.
cağı, dokunamayacağı, kişiyi devlete ve topluma karşı koruyan haklardır. Devlete; dokunmama, karışmama, müdahale etmeme gibi olumsuz anlamda bir görev yükleyen bu haklar “negatif statü hakları” olarak bilinir ve bu hakları güvence altına alan Anayasa bireyleri diğer bireylere ve bireyleri devlete karşı koruyan hukuki bir kalkan işlevi görür. Seçme, seçilme, siyasal parti kurma, siyasal partiye üye olma gibi vatandaşların siyasal süreçlere katılmalarını sağlayan “aktif statü hakları” veya bir başka ismiyle “katılma hakları” da anayasalarda düzenlenir. Kişi hakları ve siyasal haklar tarihsel olarak ilk ortaya çıkan haklar oldukları için bu haklara “birinci kuşak haklar” ismi de verilir. Çalışma, sağlık, sosyal güvenlik hakkı gibi sosyal ve ekonomik nitelikli haklar, yani “isteme hakları” ise bireye devletten bir hizmet ya da edim isteme olanağı tanır. Devlete sosyo-ekonomik anlamda vatandaşların yararına sorumluluklar yükleyen, olumlu anlamda bir şeyler yapma görevi veren bu haklar aynı zamanda “pozitif statü hakları” olarak nitelendirilir. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yapılan anayasaların çoğunda yer alan bu haklar “ikinci kuşak haklar” olarak da tanımlanır. Bütün bunlara ek olarak bazı anayasalarda çevre, barış, gelişme hakkı gibi son yıllarda güncel hale gelen “üçüncü kuşak haklar”a da rastlanmaktadır. Günümüz anayasaları, yukarıda belirtilen hak ve özgürlükleri sıralamanın ötesinde, bu hakların bireyler tarafından kullanımını sağlayacak güvenceleri de içinde barındırır.
1982 Anayasası’nın İkinci Kısmı “Temel Haklar ve Ödevler” başlığını taşır. Bu kısım içerisinde temel hak ve özgürlüklere ilişkin “Genel Hükümler” yanında, “Kişinin Hakları ve Ödevleri”, “Sosyal ve Ekonomik Haklar ve Ödevler” ve “Siyasi Haklar ve Ödevler” yer alır. Bu üç hak kategorisi, sırasıyla yukarıda açıkladığımız “negatif statü hakları”, “pozitif statü hakları” ve “aktif statü hakları” olarak bilinen haklara tekabül eder.
Anayasa, siyasal iktidarı organize eden hukuki belge olma özelliğine sahiptir. Yasama, yürütme ve yargı organlarının kuruluşu, işleyişi ve birbirleriyle ilişkileri Anayasa'da düzenlenir.
Anayasa temel hak ve özgürlükleri güvence altına alması yanında devletin temel yapısını da kurar. Bir başka ifadeyle Anayasa siyasal iktidarı organize eden hukuki belgedir. Devletin üç temel organının, yani yasama, yürütme ve yargının kuruluş ve işleyişine ilişkin esaslar Anayasa’da yer alır. Bu organların birbirleriyle olan ilişkileri de Anayasa’ya göre düzenlenir. Yasama ve yürütme organlarının yapısı, yetkileri ve bu iki organ arasındaki ilişkinin Anayasa’da düzenleniş biçimi aynı zamanda devletin hükümet sistemini (başkanlık, yarı başkanlık ya da parlamenter) de ortaya koyar. Egemenlik yetkilerinin merkezle yerel yönetimler, bölgeler ya da eyaletler arasında paylaşımı da Anayasalarda yer alan konular arasındadır. Söz konusu yetki paylaşımı devletin üniter mi, federal mi, yoksa bölgeli bir yapıya mı sahip olduğunu göstermesi açısından önem taşır.

“Yürütme” esas olarak yasaları uygulamakla ve yasaların verdiği yetki çerçevesinde ülke yönetimine ilişkin siyasal kararları almakla görevli organdır. 1982 Anayasası iki parçalı bir yürütme organı öngörmektedir: Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu, yani Başbakan ve bakanlar. 2007 yılında halkoylaması ile kabul edilen anayasa değişikiliği sonrasında şu anda görevde olan Cumhurbaşkanından sonraki Cumhurbaşkanı 2014 yılında doğrudan halk tarafından seçilecektir. Cumhurbaşkanının görev ve yetkileri; cezai, siyasal ve hukuki sorumluluğu; Bakanlar Kurulunun kuruluşu ve görevinin sona ermesi; görev ve yetkileri; Başbakanın atanması, görev ve yetkileri; Başbakanın ve bakanların siyasal, cezai ve hukuki sorumluluğu; yürütme organının yaptığı kanun hükmünde kararname, tüzük ve yönetmelik gibi düzenleyici işlemler; yürütme organının istisnai olarak başvurabileceği olağanüstü hal, sıkıyönetim, seferberlik ve savaş hali gibi olağanüstü yönetim usullerine ilişkin düzenlemeler anayasa hukukunun bu başlığı altında incelenir.
Türkiye’de, yürürlükteki 1982 Anayasası’nın orijinal halinde öngörülen hükümet sistemi esas olarak “parlamenter sistem”dir. Bununla birlikte, 1982 Anayasasının orijinal halindeki parlamenter sistemde, klasik parlamenter sistemden farklı olarak, yürütmenin, yürütme içerisinde de cumhurbaşkanının yetkilerinin arttırıldığı gözlenmektedir. 2007 yılında halkoylaması sonucu kabul edilen ve Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesini öngören Anayasa değişikliği sonrasında Türkiye’de geçerli olan hükümet sisteminin niteliği tartışmalı hale gelmiştir. Bazı yazarlar, Türkiye’deki hükümet sisteminin; “yarı-başkanlık” sistemine, bazıları ise (klasik parlamenter sisteme halk tarafından seçilen cumhurbaşkanı unsurunun eklenmesiyle ortaya çıkan) “başkanlı parlamenter sistem”e dönüştüğünü savunmaktadır.
Yargı organı yöneticilerin ve yönetilenlerin hukuka uygun davranıp davranmadıklarını denetleyen ve eğer bir hukuka aykırılık varsa buna ilişkin yaptırımı tespit eden organdır. Yargı organının anayasal konumu bağlamında öncelikle yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığına ilişkin meseleler karşımıza çıkmaktadır. 1982 Anayasa-sı’na göre: “Hâkimler, görevlerinde bağımsızdırlar; anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdanî kanaatlerine göre hüküm verirler. Hiçbir organ, makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hâkimlere emir ve talimat veremez; genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde bulunamaz.” (m. 138). Yargının bağımsızlğı ve tarafsızlığı yanında Anayasa hukukunda ilk derece mahkemeleri ve yüksek mahkemelere ilişkin esaslar da bu başlık içinde düzenlenir. Esas olarak yasaların Anayasa’ya uygunluğunu denetlemekte görevli Anayasa Mahkemesi ve bununla bağlantılı olarak Anayasa yargısı ise Anayasa hukuku içerisinde ağırlıklı bir yer tutar.
Anayasalarda devlet organlarına ilişkin hükümler yanında Anayasa’nın değiştirilmesine ilişkin kurallar da bulunur. 1982 Anayasası’na göre, anayasa değişikliği TBMM’nin üye tamsayısının en az üçte biri tarafından yazıyla teklif edilebilir (m.

^ Anayasa, devletin kendisine yüklenen görevleri yerine getirmesi için kullanması gereken yetkilerin kaynağıdır.
1876 Kanun-i Esasisi: Osmanlı İmparatorluğunda ilan edilen ilk Anayasa 1876 Kanun-i Esasi’dir. Bu Anayasa, Padişahın tek taraflı iradesiyle yapılmış bir ferman Anayasa’dır. Anayasa, devletin monarşik ve teokratik yapısını korumaktadır. Söz konusu Anayasa ile iki kanatlı bir yasama organı oluşturulmuş (Meclis-i Umumi); bunlardan Heyet-i Ayan üyelerinin Padişah tarafından seçilip atanması, Heyet-i Me-busan üyelerinin halk tarafından seçilmesi yöntemi benimsenmiştir. Böylece bu Anayasa ile ilk kez -kısmen de olsa- halkı temsil eden bir parlamento kurulmuştur. Ancak Heyet-i Mebusana ne yasama süreci ne hükümeti denetleme açısından önemli bir yetki tanınmıştır. Padişahın sorumsuzluğu ve kutsallığı anlayışı ile yasa-ma-yürütme ilişkilerindeki üstünlüğü bu anayasada sürdürülmüştür. Padişahın He-yet-i Ayan üyelerini ve Meclis başkanlarmı seçmesi; Meclis-i Umuminin ancak Padişahın izniyle yasa önerebilmesi; iki Meclis tarafından kabul edilen bir yasayı Padişahın mutlak olarak veto edebilmesi; Meclisi toplantıya çağırma ve feshetme yetkisinin Padişaha ait olması; Hükümet (Heyet-i Vükela) üyelerinin Padişah tarafından seçilmesi ve bunların yalnızca Padişaha karşı sorumlu olması; Meclisin Hükümeti denetleme yetkisinin olmaması Padişahın sistem içindeki ağırlığını gösteren düzenlemelerdir. Bu hükümlere bakıldığında 1876 Anayasası’nın anayasal monarşiyi benimsediğini söylemek güçtür. 1876 Anayasası’nı temel hak ve özgürlükler açısından değerlendirdiğimizde ise şu noktaların altını çizebiliriz: 1876 Anayasası yasa önünde eşitlik, kişi özgürlüğü ve dokunulmazlığı, basın özgürlüğü, eziyet, işkence, müsadere ve angarya yasağı gibi çok sayıda hak ve özgürlükle önemli yargısal güvenceleri tanımıştır. Ne var ki, tanınan bu hak ve güvenceler Anayasa’da Padişaha tanınan sürgün yetkisiyle etkisiz kılınmıştır.
1876 yılında ilan edilen ve Osmanlı İmparatorluğu'nun ilk Anayasası olan Kanun-i Esasi'yi temel hak ve özgürlükler açısından değerlendiriniz.

II. Meşrutiyetin ilanının ardından toplanan Meclis-i Umumi 8 Ağustos 1909 tarihli yasayla Kanun-i Esasi’de çok önemli değişiklikler yapmıştır. Bu nedenle Ka-nun-i Esasi’nin yeni biçimi bazı yazarlarca “1909 Anayasası” olarak da adlandırılmaktadır. 1909 değişiklikleri, 1876 Anayasası’nın ilk biçiminden farklı olarak, Padişahın tek taraflı iradesiyle değil, Meclisin girişimi ve katılımıyla gerçekleştirilmiştir.
Artık bu düzenlemelerle Osmanlı İmparatorluğunda temel esaslarıyla anayasal monarşinin benimsendiği söylenebilir. Söz konusu değişikliklerle Padişahın yetkileri önemli ölçüde sınırlanmıştır. Sadrazam ve onun seçtiği Heyet-i Vükela üyeleri Padişah tarafından atanmalarına rağmen Heyet-i Vükela bireysel ve toplu olarak Meclis-i Mebusana karşı sorumlu tutulmuş; bir konuyu görüşmek için Padişahtan izin alma zorunluluğu kaldırılmıştır. Meclisin Padişahın daveti olmaksızın kendiliğinden toplanması ve Padişahın iznine gerek olmadan yasa önerebilmesi mümkün hale getirilmiştir. Padişahın “mutlak veto’’ yetkisi “geciktirici veto’’ya dönüştürülmüştür. 1909 değişiklikleri, Meclisin siyasal sistemde ağırlık kazanmasını sağlamanın yanı sıra toplantı ve dernek haklarının tanınması, basma sansür yasağının konması gibi hak ve özgürlükler alanını genişletici düzenlemelere de yer vermiştir. Padişaha sürgün yetkisi veren hükmün metinden çıkarılması da hak ve özgürlüklerin serbestçe kullanılmasını sağlamak açısından önemli bir adımdır.
1876 yılında ilan edilen Kanun-i Esasi'de yapılan 1909 değişiklikleriyle, Osmanlı İmpara- FijJŞ torluğunda temel esaslarıyla anayasal monarşinin benimsendiği söylenebilir.   '

1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu: Bu Anayasa 24 maddeden oluşan çerçeve bir Anayasa’dır. “Egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu’’ ilkesi ilk kez bu Anayasa’da ifade edilmiştir. Bu hüküm, iktidarın kaynağında köklü bir dönüşümü göstermesi açısından önemlidir. Anayasa, millete ait olan bu egemenliğin tek ve gerçek temsilcisi olarak Büyük Millet Meclisini göstermektedir. Meclis seçimlerinin iki yılda bir yapılması ve Meclisin kendiliğinden her yıl Kasım ayı başında toplanması öngörülmüştür. Bu anayasa, yasama ve yürütme yetkilerinin Parlamentoda toplanmasını öngören “meclis hükümeti’’ sistemini benimsemiştir. Buna göre, Meclis kendi içinden bir başkan seçer. Yürütme görevi de Meclisin kendi üyeleri arasından seçtiği “İcra Vekilleri Heyeti’’ tarafından yerine getirilir. İcra vekilleri kendi aralarından bir başkan seçmekle birlikte, Meclis başkanı İcra Vekilleri Heyetinin de doğal başkanı olarak tanımlanmıştır. 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu, meclis hükümeti sistemine uygun olarak ayrı bir devlet başkanlığı makamı öngörmemiştir. Bu Anayasa’da nahiye şuraları ve idare heyetlerinin yargısal yetkilerinden söz eden düzenleme dışında yargı yetkisine değinilmemiştir. Buna karşılık, yerinden yönetime yönelik düzenlemeler bu Anayasa’da geniş yer tutmaktadır. Anayasa ülkeyi vilayetlere, kazalara ve nahiyelere ayırmış; bunlardan vilayet ve nahiyelere tüzel kişilik ve idari özerklik tanımıştır. 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nda yapılan en önemli değişiklik cumhuriyetin ilanıdır.
Yerinden yönetime yönelik düzenlemeler 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu"nda geniş yer Tl^ tutmaktadır. Anayasa ülkeyi vilayetlere, kazalara ve nahiyelere ayırmış; bunlardan vilayet ' ve nahiyelere tüzel kişilik ve idari özerklik tanımıştır. 1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu'nda yapılan en önemli değişiklik cumhuriyetin ilanıdır.

1924 Anayasası'nda getirilen düzenlemeyle, meclis hükümeti sisteminin etkisi sürse de yasama-yürütme ilişkisi açısından parlamenter sisteme yaklaşılmıştı.
1924 Anayasası: 20 Nisan 1924 tarihli bu anayasa, “Esas Hükümler”, “Yasama Görevi”, “Yürütme Görevi”, “Yargı Erki”, “Kamu Hakları” ve “Çeşitli Hükümler” olmak üzere altı bölümden oluşmaktadır. Esas hükümler bölümünde Türkiye Devletinin cumhuriyet olduğu; egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu; TBMM’nin ulusun tek ve gerçek temsilcisi olduğu ve egemenliğini TBMM eliyle kullanacağı belirtilmiştir. Yasama ve yürütme erkleri TBMM’de toplanmıştır. TBMM yasama yetkisini bizzat kendisi; yürütme görevini ise Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu aracılığıyla yerine getirmektedir. Tek meclisten oluşan TBMM dört yılda bir yapılan genel seçimlerle oluşmaktadır. Milletvekillerine serbestçe çalışmalarını sağlamak için yasama sorumsuzluğu ve dokunulmazlığı tanınmıştır. Anayasa TBMM’ye, yasa yapmak, yorumlamak, para basmak, genel ve özel af ilan etmek gibi yasamaya ilişkin yetkiler yanında, soru, gensoru, soruşturma gibi hükümeti denetlemesini sağlayacak araçlar da vermiştir.
Bu Anayasa’ya göre, yürütme organının unsurlarından biri olan Cumhurbaşkanı hem devletin hem de yürütmenin başıdır. TBMM tarafından, kendi üyeleri arasından bir dönem için seçilir. Anayasa, Cumhurbaşkanına Başbakanı seçme ve atama, Başbakanın seçtiği bakanları atama, gerekli gördüğünde Bakanlar Kuruluna başkanlık etme, Başkomutanlığı temsil etme, yasaları yayımlama ve bir kez daha görüşülmek üzere Meclise geri gönderme gibi yetkiler tanımıştır. Cumhurbaşkanı siyaseten sorumsuzdur; Cumhurbaşkanının yaptığı işlemleri “karşı imza” kuralına tabidir, yani söz konusu işlemlerin TBMM’ye karşı siyaseten sorumlu olan Başbakan ve ilgili bakan tarafından da imzalanması gerekir. Cumhurbaşkanı tarafından atanan Bakanlar Kurulu Meclisten güvenoyu almak zorundadır. Başbakan ve bakanların Meclise karşı kolektif ve bireysel sorumlulukları vardır. Yargı erki bağımsız mahkemeler tarafından millet adına kullanılır. Mahkemelerin yasayla kurulması, bağımsızlığı, yargı kararlarının bağlayıcılığı, savunma hakkı, yargılamanın herkese açık olması gibi yargı alanına ilişkin belli başlı ilkeler bu Anayasa’da yer almıştır. Sonuçta, meclis hükümeti sisteminin bazı etkileri devam ediyor olsa da ya-sama-yürütme ilişkisi açısından bu Anayasa’nın parlamenter sisteme yakın bir düzenleme getirdiği söylenebilir.
1924 Anayasası genel ve soyut bir özgürlük ve eşitlik anlayışı öngörmüştür. İşkence, eziyet ve zoralım yasağı, düşünce, din, vicdan, sözleşme, dilekçe, yayın, mülkiyet, dernek, toplantı, seçme, seçilme, devlet memuriyetine girebilme gibi klasik haklar ve siyasal hak ve özgürlükler genel olarak tanımıştır. Buna karşılık, ilköğretimin devlet okullarında parasız olması dışında sosyal ve ekonomik haklara hiç değinilmemiştir. Anayasa, düzenlediği hak ve özgürlükler için güvenceler öngörmemiş; milletin tek ve gerçek temsilcisi olan TBMM tarafından yasa yoluyla söz konusu hak ve özgürlüklerin düzenlenip korunacağını varsaymıştır. 1921 Anayasası’nın benimsediği biçimiyle yerinden yönetim ilkesi bu Anayasa’da öngörülmemiştir.
1924 Anayasası zaman içerisinde önemli değişikliklere uğramıştır. 1928’de devleti laikleştirme yönünde adımlar atılmıştır. Bu doğrultuda devletin dininin İslam olduğu hükmü ile Cumhurbaşkanı ve milletvekili yeminlerinde yer alan “vallahi” sözcüğü metinden çıkarılmış; Meclisin şeriat hükümlerini uygulama görevi kaldırılmıştır. 1934’te yapılan değişiklikle kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanınmış; seçme yaşı 18’den 21’e çıkarılmıştır. 1937 değişikliği ile de Cumhuriyet Halk Partisinin altı okunu simgeleyen ilkeler anayasaya eklenmiştir. 1945’te anayasanın dili sadeleştirilmiş, 1952’deki değişiklikle ise eski haline getirilmiştir.

1961 Anayasası: Bu Anayasa önceki Anayasalarımıza göre daha ayrıntılı ve uzundur. 1961 Anayasası pek çok açıdan Anayasa Hukuku’muza yenilikler getirmiştir. Bu Anayasa, 1921 ve 1924 Anayasalarından farklı olarak bir başlangıç bölümüne yer vermiş ve bunu esas metinden saymıştır. Anayasa’nın 2. maddesi cumhuriyetin niteliklerini sıralamıştır. Bunlar arasında devletin insan haklarına dayanması, aynı zamanda sosyal bir hukuk devleti olması önceki Anayasalarımızda yer almayan ilkelerdir. 1961 Anayasası, 1924 Anayasasına göre çok daha geniş ve ayrıntılı bir hak ve özgürlükler listesi sunmaktadır. Önceki anayasadan farklı olarak sağlık, sosyal güvenlik, sendikal haklar gibi sosyal ve ekonomik haklar ilk kez bu Anayasa’da yer bulmuştur. Siyasal partiler de bu anayasada “demokratik yaşamın vazgeçilmez unsuru” olarak tanımlanmış ve siyasal partilerin mali denetimleri ile gerektiğinde kapatılmaları görevinin Anayasa Mahkemesi’ne verilmesi gibi bazı yeni düzenlemeler öngörülmüştür. Bu anayasa, hak ve özgürlükleri saymakla yetinmemiş; hak ve özgürlüklerin kullanımının güçleştirilmesi ya da engellenmesini önleyici güvenceler de getirmiştir.
1961 Anayasası ile hak ve özgürlükler alanında Anayasa Hukuku'muza getirilen yenilikler nelerdir?
196ı Anayasası’mn getirdiği bir başka yenilik egemenliğin kullanılmasına ilişkindir. TBMM artık egemenliğin tek ve yegane temsilcisi değildir. Bundan böyle egemenlik, Anayasa ’nm koyduğu esaslara göre “yetkili organlar’’ eliyle kullanılacaktır. TBMM, bu yetkili organlardan yalnızca biridir. Yasama organının kuruluşu açısından bu Anayasa’mn getirdiği yenilik çift meclis sistemidir. TBMM’nin bir kanadı genel oyla seçilen üyelerden oluşan Millet Meclisi; diğer kanadı ise genel oyla işbaşına gelenlerin yanında, tabii senatörlük, atama gibi halk tarafından seçilmemiş üyelerin de yer aldığı Cumhuriyet Senatosudur.
Anayasa’nın yasama-yürütme ilişkileri açısından getirdiği yenilik ise cumhurbaşkanı seçimi ile meclisin seçim döneminin birbirinden ayrılmasıdır. Bir kişi, TBMM tarafından ve TBMM içinden, yedi yıl için, en çok arka arkaya iki kez Cumhurbaşkanı olarak seçilebilir. Ayrıca, Cumhurbaşkanının tarafsızlığını sağlamak amacıyla seçilen kişinin varsa partisiyle ilişiğinin kesileceği ve TBMM üyeliğinin son bulacağı belirtilmiştir. Meclis üyesi olmayanların da bakan olarak atanması bu Anayasa’yla olanaklı hale gelmiştir. Ayrıca gensoru yoluyla hükümetin düşürülmesi zorlaştırıl-mıştır. Milli Güvenlik Kurulu anayasal bir kurum haline getirilmiştir. Anayasa’mn getirdiği bir başka yenilik de TRT ve üniversitelere özerklik tanınmasıdır.
Yukarıda da belirtildiği gibi, hukuk devleti ilkesi ilk kez bu Anayasa’da ifade edilmiştir. Devletin eylem ve işlemlerinin yargı denetimine tâbi tutulmasını gerektiren bu ilke, “idarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolunun açık olduğu’’ biçimindeki hükümle Anayasa’da açıkça düzenlenmiştir. Yargı alanındaki en önemli yeniliklerden biri olan Anayasa Mahkemesi’nin kuruluşu ve yasaların Anayasa’ya uygunluğunu denetleme yetkisinin bu mahkemeye verilmesi de hukuk devleti ilkesinin yaşama geçirilmesi açısından önemlidir. Böylece yalnızca idarenin işlemleri değil, yasalar da yargı denetimi içine sokulmuştur. Seçim yargısının da anayasal güvenceye kavuşturulması hukuk devleti ilkesiyle ilgili bu Anayasa’da yer alan bir diğer önemli yeniliktir. Bundan başka yargıçların altmış beş yaşından önce kendi istekleri dışında emekliye ayrılamamasi; yargıçların özlük işlerine bakmak üzere Yüksek Hakimler Kurulunun kurulması gibi mahkemelerin bağımsızlığı ve

yargıç güvencesine ilişkin düzenlemeler de hukuk devleti ilkesinin gerçekleştirilmesini sağlayan hükümler arasındadır.
1961 Anayasası 1971 ve 1973 yıllarında önemli değişikliklere uğramıştır. Bakanlar Kuruluna kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi verilmesi; üniversite özerkliğinin zayıflatılması; TRT’nin özerkliğinin kaldırılması; Devlet Güvenlik Mahkemelerinin oluşturulması; Askeri Yüksek İdare Mahkemesinin kurulması ve asker kişilerle ilgili eylem ve işlemlerin yargısal denetiminin Danıştaydan alınıp bu mahkemeye verilmesi; sivillerin askeri nitelikte olmayan suçlardan dolayı yargılanmasının olanaklı hale getirilmesi; bütün temel hak ve özgürlükler için geçerli olan genel bir sınırlama maddesi konması; sınırlama nedenlerinin artırılması söz konusu değişikliklere örnek olarak verilebilir.
1982 Anayasası: 12 Eylül 1980’de yönetime el koyan Milli Güvenlik Konseyi (MGK), yeni Anayasa’nın bir kurucu meclis tarafından yapılması ve halkoylaması-na sunularak yürürlüğe girmesine karar vermişti. 1982 Anayasası’nın yapımına ilişkin somut ilk adım, bu Anayasa’yı yapacak Kurucu Meclis’e ilişkin yasanın 29 Haziran 1981’de çıkarılması ile atıldı. Söz konusu Kurucu Meclis Ekim 1981’de çalışmaya başladı. Kurucu Meclis, MGK ve Danışma Meclisi olmak üzere iki kanattan oluşmaktaydı. MGK, Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren başkanlığında kara, hava, deniz kuvvetleri komutanları ile jandarma genel komutanından oluşuyordu. Sivillerden oluşan Danışma Meclisi ise esas olarak MGK tarafından atanmıştı. Danışma Meclisine aday olmak için 12 Eylül 1980’den önce herhangi bir siyasal partinin üyesi olmamak şartı aranıyordu.
Danışma Meclisinde Prof. Dr. Orhan Aldıkaçtı başkanlığında on beş kişilik bir Anayasa Komisyonu kuruldu. Anayasa maddelerinin önce Danışma Meclisinde sonra MGK’de görüşülmesi esası benimsendi. MGK, Danışma Meclisinden gelen metni aynen ya da değiştirerek kabul edecek veya reddedecekti. Danışma Meclisinin ise MGK’nın değiştirdiği bir metin üzerinde böyle bir yetkisi yoktu. Dolayısıyla, Kurucu Meclisin Anayasa yapım sürecinde son sözü söyleyen kanadı MGK idi. Meclisin seçimle oluşturulmamış bu sivil kanadı, Anayasa yapım sürecinde MGK için ön çalışma yapmanın ötesinde bir etkiye sahip değildi.
Danışma Meclisi 23 Eylül 1982’de Anayasa tasarısını tamamladı. MGK, kamuoyuna duyurulan bu tasarı üzerindeki çalışmalarına devam etti. Ne var ki kamuoyu, taslağa son biçimini verecek olan MGK’nın taslak üzerindeki görüşlerini öğrenme olanağı bulamadı. MGK, Anayasa tasarısını 18 Ekim 1982’de kabul etti. Tasarı iki gün sonra Resmî Gazete’de yayımlandı. Anayasa’nın yürürlüğe girmesi için atılacak son adım halkoylamasıydı. Anayasa’nın yapım sürecine toplumun çeşitli kesimlerinin yeterince katılımı söz konusu olmadı. MGK, halkoylamasından önce hangi yönde oy verileceği konusunda telkinde bulunmayı ve metnin eleştirilmesini de yasakladı. Anayasa’nın devlet adına resmen tanıtılması görevini de devlet başkanı ve MGK başkanı Orgeneral Kenan Evren üstlendi. Basının sıkı denetim altında tutulduğu Anayasa yapım sürecinde toplumun başlıca katılım aracı olan siyasal partilerin, dernek ve sendikaların kapatılmış veya faaliyetlerinin askıya alınmış olması, anayasa konusunda kamuoyu oluşturma bakımından örgütlü bir etkinlik gösterme olanağını ortadan kaldırdı. Dolayısıyla Anayasa konusunda farklı görüşlerin kamuoyuyla paylaşılması mümkün olmadı. Anayasa’nın halkoylamasında reddedilmesi durumunda ne olacağına ilişkin bir düzenleme 1981 tarihli Kurucu Meclis Yasası’nda yer almamıştı. Bu da, söz konusu olasılığın gerçekleşmesi durumunda askerî rejimin sürüp gideceği düşüncesini akla getiriyordu.

Sonuçta halk, 1982 Anayasası’na ilişkin ciddi bir tartışma ortamı olmadan, Ana-yasa’yı yapanların tek taraflı propagandasıyla ve halkoylamasında Anayasa’nın reddedilmesi durumunda ne olacağına dair bir belirsizlikle 7 Kasım 1982’de sandık başına gitti. Oylama, seçmenlerin %91,3’ünün katılımıyla gerçekleştirildi. Anayasa vatandaşların %91,4 “evet” oyuyla kabul edilerek yürürlüğe girdi.
1982 Anayasası’nın, genel olarak değerlendiğinde oldukça ayrıntılı bir Anayasa olduğu söylenebilir. Anayasa’nın ayrıntılı olmasının bir nedeni, temel hak ve özgürlüklere ilişkin hükümlerde aşırı sınırlama sebeplerine yer verilmiş olmasıdır. Bu bağlamda, 1982 Anayasası’nın temel özelliklerinden birine işaret edilebilir: 1982 Anayasası otorite-özgürlük dengesinde otoriteye ağırlık veren bir Anayasa’dır. Bugüne kadar özellikle temel hak ve özgürlüklere ilişkin bölümde kapsamlı birçok değişiklik yapılarak otorite-özgürlük dengesinde özgürlüğün ağırlığı arttırılmış olsa da 1982 Anayasası’nın özgürlükleri ikinci plana iten temel felsefesinin izleri çeşitli hükümlerde hâlâ görülebilmektedir.
Bu genel özellikleri yanında 1982 Anayasası’nın dayandığı temel ilkeler “Cumhuriyetin Nitelikleri” başlığı altında 2. maddede sayılmıştır. Buna göre, “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk Milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.”

Atatürk Milliyetçiliğine Bağlı Devlet
İnsan Haklarına Saygılı Devlet
Laik Devlet
Demokratik Devlet
Hukuk Devleti
1982 Anayasası 'na Göre Türkiye Cumhuriyetinin Temel İlkeleri
Sosyal Devlet

Başlangıç ilkeleri, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı:
1982 Anayasası, Başlangıç bölümünü Anayasa metnine dâhil saymakta; 2. madde de başlangıçta belirtilen temel ilkelere atıfta bulunmaktadır. Edebî bir dille yazılmış ve Anayasa koyucunun dünya görüşünü yansıtan Başlangıç bölümünden çıkarılabilecek ulusal egemenlik, kuvvetler ayrılığı, Atatürk milliyetçiliği gibi ilkeler Cumhuriyetin nitelikleri arasında kabul edilmektedir. “Toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde” ifadesinin ise somut bir içeriğe sahip olmadığı için ancak Anayasa’nın diğer maddelerini yorumlamada göz önünde bulundurulabileceği kabul edilmektedir.
Atatürk milliyetçiliğine bağlı devlet: “Atatürk milliyetçiliğine bağlılık” devletin hangi milliyetçilik anlayışına sahip olduğunu göstermektedir. Bu milliyetçilik anlayışının; ırk, dil, din gibi “objektif” (yani somut, elle tutulur, gözle görülür, kişilerin iradesinden bağımsız) unsurlara değil, geçmişte yaşanmış ortak bir mirasa sahip çıkma ve gelecekte de bir arada yaşama istek ve iradesi gibi “subjektif” (yani soyut, elle tutulamayan, gözle görülemeyen ve kişilerin iradesine bağlı) unsurlara dayandığı kabul edilir.

Vatandaşlarının dinsel inançları ve tercihlerine saygılı olan, bütün dinlere ve inançlara eşit mesafede duran ve aynı zamanda kutsal din duygularının kötüye kullanılmasını önleyen devlet, laik devlettir.
Anayasa'ya göre; “Siyasal partiler, demokratik siyasal hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır”.
Bireylerin insan onuruna yaraşır bir hayat seviyesine sahip olmaları için, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi konularda görevler yüklenen devlet, sosyal devlettir.
İnsan haklarına saygılı devlet: 1961 Anayasası’nda “insan haklarına dayanan” şeklindeki bu ibare 1982 Anayasası’nda “insan haklarına saygılı” olarak yer almıştır. İlk bakışta önemli bir fark gibi görünmemekle birlikte, tercih edilen yeni terim 1982 Anayasası’nın, orijinal biçimiyle yukarıda açıkladığımız otorite-özgürlük dengesinde otoriteye ağırlık veren ve özgürlükleri ikinci plana iten genel yaklaşımıyla uyumludur. “İnsan haklarına dayanan devlet” anlayışında, insan hakları devletin varlık nedeni, devletin üzerinde yükseldiği temel olarak karşımıza çıkarken, “insan haklarına saygılı devlet” anlayışında insan hakları, devletin dışında var olan, devletin saygı göstereceği bir alan olarak tanımlanmaktadır.
Laik devlet: Laiklik ilkesi, yalnızca Anayasa’nın 2. maddesinde devletin nitelikleri arasında yer almamakta, aynı zamanda başka Anayasa hükümlerinin de konusunu oluşturmaktadır. Laik devlet, vatandaşlarının dinsel inançları ve tercihlerine saygılı olan, bütün dinlere ve inançlara eşit mesafede duran ve aynı zamanda kutsal din duygularının kötüye kullanılmasını önleyen devlettir. Laikliğin unsurlarından biri olan ve 1982 Anayasası’nda güvence altına alınan din ve vicdan özgürlüğü, herhangi bir dini inancı benimseme ve ibadet etme özgürlüğünü de içerir. Resmî bir devlet dininin olmaması, devlet kuruluşları ile din kurumlarının birbirinden ayrılması, devletin işleyişini ve toplumsal ilişkileri düzenleyen kuralların dinî kurallarına dayanmaması 1982 Anayasası’na göre laiklikten anlaşılabilecek diğer unsurlar olarak sıralanabilir. Devletin resmî bir dininin olmamasının bir başka önemli sonucu da belli bir dinin ya da mezhebin öğretilmesinin zorunlu kılınamamasıdır.
Demokratik devlet: Demokrasilerde siyasal iktidar; halk adına, halk tarafından seçilen ve halka hesap veren yöneticiler tarafından kullanılır. Halkın kendi seçtiği temsilciler aracılığıyla kendi kendini yönetmesini ve gerektiğinde siyasal iktidarın barışçı bir biçimde el değiştirmesini sağlayan en önemli mekanizma seçimlerdir. Bu mekanizmanın gereği gibi işleyebilmesi için seçimlerin “serbest” ve “adil” bir şekilde yapılması gerekir. 1982 Anayasası’nda seçimlere ilişkin yer alan hükümler bu demokratik devletin kalbi sayılan bu mekanizmanın etkin bir biçimde işlemesini güvence altına almaya yöneliktir. Seçimlerin “serbest” ve “adil” olması kadar önemli bir konu, vatandaşlara sandıkta aralarında tercih yapabilecekleri çeşitli alternatiflerin bulunmasıdır. Bu alternatifleri oluşturup bir siyasal program halinde halka sunan ise siyasal partilerdir. Vatandaşların bağımsız olarak siyasete girme imkânları olmakla birlikte, günümüzde siyasal partilerin etkinliği ve önemi göz önüne alınarak, çağdaş demokrasiler “partiler demokrasisi” olarak nitelendirilmektedir. Gerçekten, siyasal partiler sadece iktidara gelmek için yarışan örgütler değildir; aynı zamanda temsil ettikleri grupların menfaatlerinin birleştirilip açıklanması, siyasal kadroların yetiştirilmesi, halkın siyasal konularda eğitilmesi ve bilinçlendirilmesi gibi işlevler de yerine getirmektedirler. İşte bu yüzden; “Siyasal partiler, demokratik siyasal hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır” (Anayasa, m. 68/2).
Sosyal devlet: Sosyal devlet, bireylerin insan onuruna yaraşır bir hayat seviyesine sahip olmaları için, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi konularda devletin piyasa koşullarından bağımsız veya piyasa koşullarına müdahale ederek sosyal ve ekonomik alanda görevler yüklenen devlettir. 1982 Anayasası, sosyal devletin gerçekleştirilmesi amacıyla bireylere tek başlarına veya toplu olarak kullanabilecekleri çeşitli haklar tanımıştır. Bunların bir bölümü çalışma ve emeğin korunmasına ilişkin düzenlemelerden (çalışma hakkı ve ödevi; zorla çalıştırma ve angarya yasağı; ücrette adaletin sağlanması vb.); bir bölümü gelir ve servet farklılıklarının azaltılmasına yönelik hükümlerden (vergi adaleti; özel mülkiyetin kamu yararı amacıyla sınırlanması; sosyal güvenlik; eğitim ve öğretim; sağlık; çevre ve konut hakkı

vb.) oluşmaktadır. Ayrıca sendika, toplu sözleşme ve grev gibi toplu olarak kullanılabilen haklar da Anayasa’mızda düzenlenmiştir. Anayasa 65. maddesinde, “Devlet, sosyal ve ekonomik alanlarda Anayasa ile belirlenen görevlerini, bu görevlerin amaçlarına uygun öncelikler gözeterek mali kaynakların yeterliliği ölçüsünde yerine getirir.” diyerek devletin bu alandaki sorumluluğunun sınırını da çizmektedir.
Hukuk devleti: Hukuk devletinden söz edebilmek için en başta; genel, soyut, önceden bilinebilir, anlaşılabilir ve nispi olarak istikrarlı kurallardan oluşan bir “hukuk düzeni” mevcut olmalıdır. Ancak bu yetmez; söz konusu hukuk düzeni, yönetilenler, yani vatandaşlar kadar siyasi iktidarı kullanan devlet organlarını, yani yöneticileri de bağlamalıdır. Siyasi iktidarı önüne kattığını sürükleyebilecek, coşkun akan bir nehre benzetecek olursak, bu nehrin taşmasını, çevresine zarar vermesini engellemenin yollarından biri kıyısına setler çekmek, önüne duvarlar örmektir. Bu setler, duvarlar anayasalardır, hukuk kurallarıdır. Bu anlamıyla hukuk devleti ilkesi, yasama, yürütme ve yargı organlarının eylem ve işlemlerinde hukuka uygun davranmaları gerektiğini ve hukuka aykırılık söz konusu olduğunda bu organların yaptırımlarla karşılaşması gerektiğini ifade eder.
Hukuk devleti ilkesi, yasama, yürütme ve yargı organlarının eylem ve işlemlerinde hukuka uygun davranmaları gerektiğini ifade eder. Buna göre, hukuka aykırılık söz konusu olduğunda, söz konusu organların yaptırımlarla karşılaşması gerekir.

 

KAYNAK: www.puuny.com

Anayasa hukuku

ANAYASA HUKUKU
Anayasa bir hukuk sistemindeki en “üstün" yasadır. 1982 Anayasası’nın 11. maddesine göre: “Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır. / Kanunlar Anayasa’ya aykırı olamaz." Buna göre, “Anayasa’mn üstünlüğü", en başta yasaların Anayasa’ya aykırı olmaması gerektiğini, yani Türkiye Büyük Millet Meclisinin (TBMM) yaptığı yasaların Anayasa’ya uygun olması gerektiğini ifade eder. Dünyada birçok anayasal sistemde, yasaların Anayasa’ya uygun olup olmadığı yargı organı tarafından denetlenmektedir. Bizim anayasal sistemimizde bu görev Anayasa Mahkemesi’ne verilmiştir. Anayasa Mahkemesi, başka görevleri yanında, Anayasa’ya aykırı yasaları iptal ederek “Anayasa’nın üstünlüğü" ilkesini hayata geçirir. Yasama organı gibi, yürütme organı da Anayasa ile bağlıdır. İdari yargı, idarenin eylem ve işlemlerinin hukuka uygunluğunu denetlerken aynı zamanda idarenin anayasaya uygun hareket etmesini sağlar. Yargı organı açısından da hukuk sistemindeki en üstün yasa Anayasa’dır. Yargıçlar, yargı yetkisini kullanırlarken Anaya-sa’nın çizdiği çerçeve içinde hareket ederler.

Dünyada birçok anayasal sistemde, yasaların Anayasa'ya uygun olup olmadığı yargı organı taralından denetlenmektedir. Bizim anayasal sistemimizde bu görev Anayasa Mahkemesine verilmiştir.
Bütün bunların ötesinde, Anayasa’mn üstünlüğü, Anayasa’nın yasalardan daha zor değiştirileceği anlamına da gelir. Bunun için Anayasaların bazı maddelerinin değiştirilmesi yasaklanabilir (örneğin, 1982 Anayasası’mn 4. maddesiyle ilk üç maddesinin değiştirilmesi yasaklanmıştır), anayasada değişiklik yapılması için yasama organında yasaları değiştirmek için aranan çoğunluktan daha fazla bir çoğunluk aranabilir (örneğin, 1982 Anayasası’nm değiştirilebilmesi için beşte üç, üçte iki gibi nitelikli çoğunluklar öngörülmüştür) veya Anayasa değişikliklerinin yürürlüğe girmeleri için halkoylamasma sunulmaları şartı getirilebilir (örneğin, 1982 Anayasasının değiştirilme usulünde, TBMM’de Anayasa değişikliğinin kabul oranına göre söz konusu değişiklik Cumhurbaşkanı tarafından halkoylamasma sunulabilir).
Anayasaların çoğunda bir başlangıç bölümü bulunur. Başlangıçlarda, Anaya-sa’nın felsefesi, yapıldığı dönemin siyasal ve toplumsal koşulları, yapılış nedenleri, dayandığı temel ilke ve değerler ortaya konur. Başlangıç bölümü edebi bir üslupla kaleme alman, genellikle hukuk kuralı niteliği taşımayan bir metin olmakla birlikte, Anayasa’nın bir parçası sayılabilir. Örneğin, 1982 Anayasası’nm 176. maddesine göre: “Anayasa’nın dayandığı temel görüş ve ilkeleri belirten başlangıç kısmı, Anayasa metnine dâhildir.”
Anayasaların başlangıç bölümleri ne amaçla düzenlenir? Başlangıç bölümü Anayasa metnine dahil edilebilir mi?
Çağdaş Anayasaların bazılarında başlangıç bölümünün ardından genel esaslar bölümü gelir. Genel esaslar bölümünde devletin temel nitelikleri ve anayasal rejimin temel ilkeleri tanımlanır. Örneğin devlet modeli (üniter, federal ya da bölgeli), din-devlet ilişkileri ve bireylerin devlet karşısındaki konumuna ilişkin ilkeler bu bölümde açıklanır. 1982 Anayasası’nm 1-11 maddeleri de “Genel Esaslar’’ başlığını taşımaktadır. Bu bölümde; Devletin şekli, Cumhuriyetin nitelikleri, Devletin bütünlüğü, resmî dili, bayrağı, millî marşı ve başkenti, değiştirilemeyecek hükümler, Devletin temel amaç ve görevleri, egemenlik, yasama yetkisi, yürütme yetkisi ve görevi, yargı yetkisi, kanun önünde eşitlik ve Anayasa’nın bağlayıcılığı ve üstünlüğüne ilişkin esaslara yer verilmektedir.

 

KAYNAK: www.puuny.com

Uluslararası hukuk

Uluslararası hukuk (Uluslararası kamu hukuku veya Devletler hukuku olarak da anılır), uluslararası toplum üyeleri arasındaki ilişkileri düzenler. Buna göre, ulusla-rası hukuk süjeleri veya uluslarası toplumun üyeleri esas olarak devletler ve uluslararası örgütlerdir. Bununla birlikte, günümüzde, devlet niteliği kazanmamış örgütlenmiş topluluklar ve hatta uluslararası toplumu ilgilendirdiği ölçüde ve devletler hukukunun çerçevesini çizdiği koruma alanları içerisinde bireylerin de uluslararası kamu hukukunun süjesi olabileceği kabul edilmektedir. Öyleyse Uluslararası hukuk, devletlerin birbirleriyle ve diğer devletler hukuku süjeleriyle olan ilişkilerini düzenleyen hukuk alanı olarak tanımlanabilir.
Uluslararası hukukun “hukuk" olma niteliği; milletlerarası üstün bir otoritenin mevcut olmaması, milletlerarası düzeyde, millî düzeydekine benzer bir yasama veya yargı organının bulunmaması ve uygulamada bu hukuk alanında sistemli bir yaptırım düzeninin eksikliği gibi gerekçelerle geçmişte sorgulanmış olmakla birlikte, günümüzde bu hukuk alanı kendine özgü kavram, ilke ve yöntemleriyle kamu hukuku içerinde alt-alan olarak kabul edilmektedir.
Uluslararası hukuk, devletlerin birbirleriyle ve diğer devletler hukuku süjeleriyle olan İlişkilerini düzenleyen hukuk alanıdır.
Uluslararası hukuk ile ilgili değişik bilgilere Birleşmiş Milletlerin websitesinden (http://www.un.orgl ulaşabilirsiniz.

Uluslararası hukukun inceleme alanlarının başında uluslararası hukukun kaynakları gelmektedir. Buna göre, uluslararası hukukunun kaynakları arasında uluslararası andlaşmalar başta gelir. Uluslararası hukuk kişileri arasında yapılan ve uluslararası hukuk çerçevesinde sonuçlar doğurmaya yönelik olarak yapılan bu andlaşmalar tarafların irade uyuşması neticesinde ortaya çıkar. Uluslararası antlaşmalar ikili veya çok taraflı olabilir. Uluslararası antlaşmaların iç hukuktaki etkisi çeşitli hukuk sistemlerinde farklı biçimde karşımıza çıkar. Bu bağlamda iki modelden söz edilebilir: “düalist (ikici) model” ve “monist (tekçi) model” Düalist modelde, uluslararası hukuk ile iç hukukun ayrı hukuk sistemleri olduğu, monist modelde ise, uluslararası hukuk ile iç hukukun aynı hukuk sistemi içerisinde yer aldığı kabul edilir. Monist modelde uluslararası antlaşmalar; yasa düzeyinde, yasaların üzerinde, anayasa düzeyinde, hatta bazı sistemlerde anayasanın üzerinde olabilir. Türkiye Cumhuriyeti hukuk sisteminde, uluslararası andlaşmalar kural olarak yasa hükmündedir (Anayasa, m. 90). Bununla birlikte, usulüne göre yürürlüğe konulmuş uluslararası andlaşmalar hakkında anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. Türkiye Cumhuriyeti hukuk sisteminde, usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası andlaşmalar-la yasaların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda ise uluslararası andlaşma hükümleri esas alınır.
Anayasa'ya göre, uluslararası antlaşmalar kural olarak kanun hükmündedir. Usulüne göre yürürlüğe konulmuş uluslararası antlaşmalar hakkında Anayasa'ya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz.
Uluslararası hukukun asli kaynakları; uluslararası örf ve adet ile iyiniyet ilkesi gibi genel hukuk ilkeleri ve iyi komşuluk ilişkileri gibi uluslararası hukuka özgü genel ilkelerdir. Uluslararası hukukun yardımcı kaynakları ise yargısal kararlar (içtihat) ve doktrin (öğreti) olarak karşımıza çıkar.

Yukarıda ifade ettiğimiz gibi devletler ve uluslararası örgütler uluslararası hukukun kişileridir. Devlet; ülke, insan topluluğu ve egemenlik unsurlarından oluşur. Bu bağlamda, devletin çeşitli boyutları uluslararası hukukun inceleme alanına dahildir. İncelenen konular arasında; ülkenin sınırlarının belirlenmesi, halkların geleceklerini tayin etme hakkı, devletin egemenlik yetkileri, egemenliğin korunması, devletlerin ve hükümetlerin tanınması gibi konular sayılabilir. Uluslararası örgütler ise esas olarak bir kurucu andlaşmaya dayanan ve hukuki kişiliğe sahip örgütlenmelerdir. Birleşmiş Milletler Örgütü ve benzeri uluslararası örgütlere ilişkin meseleler uluslararası hukuk alanında ağırlıklı bir yer tutar.
Uluslararası hukuk kişileri arasındaki ilişkiler uluslararası hukuk alanı içinde karşımıza çıkan bir diğer büyük başlık olarak anılabilir. Bu bağlamda diplomatik ilişkiler, diplomasi örgütü, diplomatik ayrıcalık ve bağışıklıklar, konsolosluk ilişkileri ve konsolosluk ayrıcalık ve bağışıklıkları inceleme konusudur. Uluslararası hukuk kişileri arasındaki ilişkiler bağlamında, devletlerin uluslararası sorumluluğunun içeriği ve şartları, kuvvete başvurma yasağı, bu yasağın sınırları ve istisnaları, silahlı çatışma kuralları ve savaş esirlerinin, yaralıların ve sivillerin korunmasına yönelik insancıl hukuk kuralları önem kazanır. Nihayetinde, uluslararası hukuk kişileri arasındaki ilişkiler çerçevesinde doğabilecek uluslararası uyuşmazlıkların çözümü de uluslararası hukukun ilgi alanı içerisindedir.
Uluslararası hukuk kişileri arasında söz konusu olabilecek ilişkilere üç örnek veriniz.
Son olarak; deniz, göl, kanal ve akarsuların ve hava ve uzayın uluslararası statüsü de uluslararası hukuk alanı içerisinde ayrıca İncelenmektedir.
Yasama organı, yürütme organı ve yargı organı açısından hukuk sistemindeki en üstün yasa Anayasa’dır.

 

KAYNAK: www.puuny.com

Kamu Hukukunun Dalları

Kamu Hukukunun Dalları
KAMU HUKUKU VE DALLARI
Hukuk sistemi bir devletin sınırları içerisinde geçerli olan tüm hukuk kurallarının oluşturulmasını ve uygulanmasını ifade eder. Bu biçimde tanımlandığında hukuk sistemi içerisinde hayatın her alanına ilişkin, toplumsal ilişkilerin her boyutunu ilgilendiren kuralların varlığından söz edilebilir. Hukuk bir bütün olmakla birlikte, düzenlediği toplumsal ilişkilerin çeşitliliği nedeniyle hukukun uzmanlık alanlarına ayrılması ve çeşitli başlıklar altında incelenmesi söz konusudur. Bu tür ayımlar, hukuk kurallarını incelemeyi, yorumlamayı ve nihayetinde bu kuralların öğretilmesini kolaylaştırır. Bu bağlamda, karşımıza çıkan en eski ayrımlardan biri “kamu hu-kuku-özel hukuk” ayrımıdır. Kökenleri Roma hukukuna kadar götürülebilecek olan bu ayrım, bazı noktalarda eleştirilmekle birlikte, günümüzde hâlâ geçerliğini korumaktadır.
Kamu hukuku-özel hukuk ayrımının ortaya çıkması, esas olarak devlet-vatan-daş veya yöneten-yönetilen ayrımının ortaya çıkmasıyla yakından ilgilidir. Eğer hukuk, en genel anlamıyla, toplumsal ilişkileri düzenleyen kurallar bütünü olarak tanımlanacak olursa, bu ilişkinin tarafları hukuk kurallarının niteliğini ve içeriğini belirlemek açısından önem taşıyacaktır. Eğer hukuk sadece belli bir toplumda yaşayan bireyler arasındaki ilişkileri düzenliyor olsaydı, muhtemelen kamu hukuku-özel hukuk şeklinde bir ayrım ortaya çıkmayacaktı. Ancak bu böyle olmadı; tarihsel süreç içerisinde bireyler yanında kurumlar da toplumsal yapıyı oluşturan unsurlar arasında yer aldı. Bireylerin örgütlenerek oluşturdukları ve toplumsal hayatın çeşitli alanlarında işlev gören kurumlar sistemi içerisinde, deyim yerindeyse kurumlar kurumu olan “devlet”, toplumdaki en kapsamlı ve en üstün gücü ifade eden siyasal iktidarı kullanma yetkisine sahip olması dolayısıyla öne çıktı. İnsanlık tarihinde, bir zamanda, bir şekilde devletin ortaya çıkmasının ardından, devletin hukuki ilişkilerin içinde yer alması veya tarafı olması da kaçınılmazdı. İşte bu noktadan sonra “kamu hukuku-özel hukuk” ayrımının bir ihtiyaç olarak doğduğu, esas olarak içinde devletin yer aldığı veya devletle ilgili hukuki ilişkileri tanımlamak için bu ayrımın geliştirildiği söylenebilir.
Peki, biz bir hukuki ilişkinin kamu hukuku ilişkisi mi, yoksa özel hukuk ilişkisi mi olduğuna nasıl karar verebiliriz? Bir başka ifadeyle hangi ölçütlerle bir hukuki ilişkinin kamu hukuku ilişkisi olduğunu anlarız? Günümüze kadar bu konuyla ilgilenen yazarlar farklı noktalardan hareket ederek kamu hukuku-özel hukuk ayrımını yapmayı denemişlerdir.

Menfaat ölçütüne göre kamu hukuku - özel hukuk ayırımı yapıldığında, kamu hukuku devlete ait menfaatleri, özel hukuk ise özel kişilere ait menfaatleri düzenleyen hukuk alanları olarak değerlendirilir.
Bu konuda ortaya konan teorilerden biri “menfaat” kavramıyla ilgilidir. Buna göre, kamu hukuku devlete ait menfaatleri, özel hukuk ise özel kişilere ait menfaatleri düzenleyen hukuk alanlarıdır. Bu ölçüt başlangıç düzeyinde kamu hukuku-özel hukuk ayrımını yapabilmek açısından faydalı olmakla birlikte, “menfaat” kavramının belirsizliği ve günümüzde hukuki ilişkilerde devletin ve bireylerin menfaatlerinin iç içe geçmiş olması dolayısıyla eleştirilmektedir. Bir başka teori, hukuki ilişkinin taraflarına göre bir ayrım önerir; eğer hukuki ilişkinin taraflarından biri devletse bu ilişki kamu hukuku ilişkisi, hukuki ilişkinin tarafları bireylerse bu ilişki özel hukuk ilişkisidir. Buna göre, yönetenler ve yönetilenler arasındaki ilişkileri düzenleyen hukuk kuralları kamu hukuku kuralları, bireyler arasındaki ilişkileri düzenleyen hukuk kuralları özel hukuk kurallarıdır. Bir başka teoriye göre, kamu hukuku kuralları emredicidir, yani bu kurallar hukuki ilişkinin taraflarınca değiştirilemez veya aksi kararlaştırılamaz. Özel hukuk ise esas olarak irade serbestisine dayanır, yani bu alanda taraflar hukuki ilişkinin içeriğini ve şartlarını serbestçe kararlaştırırlar. Benzer bir teoriye göre ise kamu hukuku ilişkisinde kamu, yani devlet tarafı üstün konumdadır ve güç kullanarak zorlama dahil egemenlik yetkilerine sahiptir, özel hukuk ilişkisinde ise taraflar eşit konumdadır ve birinin diğer üzerinde herhangi bir üstünlüğü söz konusu değildir.
Yukarıda anılan teori veya ölçütlerden birinin genel olarak kabul gördüğünü söylemek mümkün değildir. Bununla birlikte tüm bu teoriler kamu hukuku-özel hukuk ayrımının bir boyutunu açıklamaktadır. Dolayısıyla bir hukuki ilişkinin mahiyetini belirlerken bu ölçütler çerçevesinde birkaç açıdan değerlendirme yapmak faydalı olacaktır.
Bir hukuki ilişkinin kamu hukuku ilişkisi olup olmadığını tespit etmede yararlanılan ölçütlerin genel olarak kabul gördüğünü söylemek mümkün müdür?
Klasik olarak bazı hukuk alanlarının hangi kategori içinde değerlendirileceği tartışmalıdır. Örneğin iş hukuku, işçi ve işveren arasındaki ilişkileri ilgilendirdiği ölçüde özel hukuk alanına girmekte, ancak devletin işverenin karşısında işçiyi korumak için bu alandaki hukuki ilişkileri düzenlemesi veya söz konusu bu ilişkilere müdahale ediyor olması dolayısıyla kamu hukukuna yaklaşmaktadır. Medeni usul hukuku ve icra iflas hukuku da aslında devletin müdahalesi olan ve zorlayıcı gücünü kullandığı hukuk alanları olduğu için kamu hukukuna dâhil edilebilir. Ancak, bu alanlar esas olarak özel hukuk uyuşmazlıklarının çözümüne ilişkin olduğundan özel hukuk içerisinde değerlendirilir ve bu bölümler hukuk fakültelerinde özel hukuk bölümleri içerisinde yer alır.
Günümüzde hukuki ilişkilerin daha karmaşık hale gelmesi ve çevre hukuku, internet hukuku, fikir ve sanat eserleri hukuku gibi yeni hukuk alanlarının ortaya çıkmasıyla birlikte kamu hukuku-özel hukuk ayrımı büyük ölçüde anlamını yitirmiş bulunmaktadır. Buna rağmen özellikle, hukuk fakültelerinde ve hukuk eğitiminde bu ayrımın varlığını koruduğu ve hukuk alanında uzmanlaşmanın bu ayrım çerçevesinde gerçekleştiği söylenebilir. Sonuç olarak, biz de bu bölümde, kamu hukuku-özel hukuk ayrımına bağlı kalarak kamu hukuku dallarını veya başka bir deyişle alt-alanlarını inceleyeceğiz.
Kamu hukukunun dalları; Uluslararası hukuk, Anayasa hukuku, İdare hukuku, Vergi hukuku ve Ceza hukukudur.

 

KAYNAK: www.puuny.com

İş Hukukunu açıklamak

İş Hukukunu açıklamak
îş hukuku, çalışma yaşamına ilişkin kuralları ele alır. îş hukuku; Bireysel îş hukuku, Toplu îş hukuku, Sosyal Güvenlik hukuku gibi alt dallara ayrılır. Bireysel îş hukuku, 4857 sayılı îş Kanununu temel alan bir alandır. îş hukuku, Borçlar Kanunu’nda düzenlenen hizmet sözleşmesini konu alsa da, serbest koşullarda yapıldığında pazarlık şansı olmayan işçinin aleyhine hükümler içermesi muhtemel bir hizmet sözleşmesine müdahale ederek işçiyi korumaya çalışır. Sözleşmenin niteliği, ücret, yıllık izin, fazla çalışma, kıdem tazminatı, ihbar tazminatı, hafta tatili ve sözleşmenin feshi, îş Kanunu’nda oldukça ayrıntılı düzenlenmiştir. îş Kanunu, hizmet (iş) sözleşmesi ile çalışan her işçiyi kapsamına almaz, sadece îş Kanunu’nun kapsamına giren işçilerle ilgilenir. îş Kanunu, Borçlar Kanunu ile kıyaslanamayacak düzeyde geniş kapsamlı haklar içerir. îş Kanunu’nun kapsamına girmeyen işçiler, hizmet sözleşmesi ile çalışıyor olsalar da Borçlar Kanunu hükümlerine tâbi olacaklardır. îş güvencesi, sözleşmenin feshi, kıdem, ihbar ve iş güvencesi tazminatları, çıkarılan işçinin işe iade hakkı ve sonuçları, yeni iş arama izni, toplu işçi çıkarma, özürlü ve eski hükümlü çalıştırma zorunluluğu, îş hukukunun karakteristik yapılarıdır. îş hukukunda işçinin güvence içinde olabilmesi için ücreti koruyan özel hükümler vardır. îş Kanunu’nun bir bölümü ise, iş sağlığı ve güvenliğine ayrılmıştır, işverene önemli mükellefiyetler getirilmiştir. îş belli düzeyde kamusal kontrole tâbi tutulur. Toplu iş hukuku ise işçilerin Anayasa’dan kaynaklanan örgütlenme hakkını güvence altına alan Sendikalar Kanunu ile Toplu îş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu ile düzenlenmektedir. Sendikaların kuruluşu, işleyişi ve tasfiyesi, üyelerine sağladıkları haklar, sendikaların kendi iç işleyişindeki sendikal demokrasi, bu sendikaların imzaladıkları toplu iş sözleşmelerinin hukuki yapısı ve getirdiği haklar, toplu iş hukukunun ilgi alanına girer. Sosyal güvenlik hukuku, muhatap aldığı kitle itibarıyla neredeyse Türkiye’nin kapsamı en geniş hukuk dalıdır denebilir. Sosyal güvenlik sisteminin temel yasası, 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’dur. Sosyal güvenlik hukukunda, işçi ve memurlar dışında bağımsız çalışanlar (esnaf, sanatkar, şirket sa-
hibi, ...) da kapsama dahildir. Sigorta kollarının sunduğu yardımlar farklıdır; bir kısmı parasal yardım, bir kısmı ise sadece sağlık yardımı verir. Sosyal güvenlik hukuku kapsamında incelenen önemli konular arasında; isteğe bağlı sigortalılık, borçlanmalar, kurumun sigortalılara yapmış olduğu yardımları, bu yardımların yapılmasına neden olanlara rücü hakkı, prim hesabı ve sorumluluğu, sosyal güvenliğin finansmanı, sosyal yardım ve sosyal hizmetler yer almaktadır.
Ticaret Hukukunu özetlemek Ticaret hukuku bir ticari işletmeyi ilgilendiren işlemleri, fiilleri konu alır ve ticari işletme, şirketler hukuku, deniz ticareti, kıymetli evrak ve sigorta olmak üzere beş bölümden oluşur. Ticari işletme hukukunda, ticari iş, ticari işletme, tacir kavramları yanında, ticari örf âdet ele alınır. Ticaret Kanunu’nda yer alan hükümlerle, bir ticari işletmeyi ilgilendiren işlem ve fiillere ilişkin diğer kanunlarda yazılı özel hükümler, ticari hükümlerdir. Mahkeme, hakkında ticari bir hüküm bulunmayan ticari işlerde, ticari örf ve âdete, bu da yoksa genel hükümlere göre karar verir. Tacir, bir ticari işletmeyi, kısmen de olsa, kendi adına işleten kişidir. Esnaf, ekonomik faaliyeti sermayesinden fazla bedenî çalışmasına dayanan, geliri çıkarılacak kararnamede gösterilen sınırı aşmayan, sanat veya ticaretle uğraşan kişidir. Tacir, ticari işletmesiyle ilgili bir iş veya hizmet görmüşse, uygun bir ücret ve faiz isteyebilir. Ticaret sicili, ticaret unvanı ve işletme adı, haksız rekabet, ticari defterler, cari hesap sözleşmesi, acente, ticari mümessil, ticari vekil, ticari işletme hukukunun önemli kavramlarındandır. Ticaret Şirketleri hukuku kapsamında ele alınan şirket, iki veya daha fazla kişinin ortak bir ekonomik amaca erişmek için emek ve sermayelerini bir araya getirmelerini ifade eder. Ticaret Kanunu’nda, kolektif ile komandit şirket şahıs; anonim, limited ve sermayesi paylara bölünmüş komandit şirket ise sermaye şirketi olarak belirtilmiştir. Şirketler hukukunda her şirket, kuruluşlarından işleyişlerine, ortaklık yapılarından tasfiyelerine kadar çok ayrıntılı hükümlerle ayrı ayrı ele alınır. Kıymetli evrak hukukunun temel kavramı olan kıymetli evrak öyle senetlerdir ki, bunların içerdikleri hak, senetten ayrı olarak ileri sürülemediği gibi başkalarına da devredilemez. Ciro, senette var olan

 

KAYNAK: www.puuny.com

DEVLETLER ÖZEL HUKUKU

DEVLETLER ÖZEL HUKUKU
Özel hukukun bu dalı, farklı vatandaşlığa sahip kişiler arasındaki özel hukuk ilişkilerini konu alır. Konuya temel oluşturan çeşitli yasalar bulunmaktadır. Bunlardan birisi, 5718 sayılı Milletlerarası Özel hukuk ve Usul Hukuku Hakkında Kanun’dur. Yabancılık unsuru taşıyan özel hukuka ilişkin işlem ve ilişkilerde uygulanacak hukuk, Türk mahkemelerinin milletlerarası yetkisi, yabancı kararların tanınması ve tenfizi bu kanunla düzenlenmiştir.
Hâkim, Türk kanunlar ihtilâfı kurallarını ve bu kurallara göre yetkili olan yabancı hukuku re’sen uygular. Hâkim, yetkili yabancı hukukun muhtevasının tespitinde tarafların yardımını isteyebilir. Yabancı hukukun olaya ilişkin
hükümlerinin tüm araştırmalara rağmen tespit edilememesi hâlinde, Türk hukuku uygulanır. Uygulanacak yabancı hukukun kanunlar ihtilâfı kurallarının başka bir hukuku yetkili kılması, sadece kişinin hukuku ve aile hukukuna ilişkin ihtilâflarda dikkate alınır ve bu hukukun maddî hukuk hükümleri uygulanır. Uygulanacak hukuku seçme imkânı verilen hâllerde, taraflarca aksi açıkça kararlaştırılmadıkça seçilen hukukun maddî hukuk hükümleri uygulanır. Yetkili hukukun vatandaşlık, yerleşim yeri veya mutad mesken esaslarına göre tayin edildiği hâllerde, aksine hüküm olmadıkça, dava tarihindeki vatandaşlık, yerleşim yeri veya mutad mesken esas alınır.
Yetkili yabancı hukukun belirli bir olaya uygulanan hükmünün Türk kamu düzenine açıkça aykırı olması hâlinde, bu hüküm uygulanmaz. Gerekli görülen hâllerde, Türk hukuku uygulanır. Yetkili yabancı hukukun uygulandığı durumlarda, düzenleme amacı ve uygulama alanı bakımından Türk hukukunun doğrudan uygulanan kurallarının kapsamına giren hâllerde o kural uygulanır.
Devletler özel hukukunun temel konularından birisi kanunlar ihtilafıdır. Bu konuda 5718 sayılı yasa çeşitli hükümler getirmiş ve en sık sorun yaşanan belli konulara ilişkin ihtilafları çözecek hükümler getirmiştir. Bunlardan biri ehliyettir. Hak ve fiil ehliyeti ilgilinin millî hukukuna tâbidir. Millî hukukuna göre ehliyetsiz olan bir kişi, işlemin yapıldığı ülke hukukuna göre ehil ise yaptığı hukuki işlemle bağlıdır. Aile ve miras hukuku ile başka bir ülkedeki taşınmazlar üzerindeki aynî haklara ilişkin işlemler bu hükmün dışındadır. Kişinin millî hukukuna göre kazandığı erginlik, vatandaşlığının değişmesi ile sona ermez. Tüzel kişilerin veya kişi veya mal topluluklarının hak ve fiil ehliyetleri, statülerindeki idare merkezi hukukuna tâbidir. Ancak fiilî idare merkezinin Türkiye’de olması hâlinde Türk hukuku uygulanabilir.
Bunun dışında vesâyet, kısıtlılık ve kayyımlık, gaiplik veya ölmüş sayılma, nişanlılık, evlilik ve genel hükümleri, boşanma ve ayrılık, evlilik malları, soybağının kurulması, evlât edinme, nafaka, miras, aynî haklar, taşıma araçları, fikrî mülkiyete ilişkin haklara uygulanacak hukuk, sözleşmeden doğan borç ilişkilerinde uygulanacak hukuk, taşınmazlara ilişkin sözleşmeler, iş sözleşmeleri, temsil yetkisi, hakkında kanunlar ihtilafı düzenlemesi olan konulardan bazılarıdır.
Örneğin İş sözleşmeleri, işçinin mutad işyeri hukukunun emredici hükümleri uyarınca sahip olacağı asgarî koruma saklı kalmak kaydıyla, tarafların seçtikleri hukuka tâbidir. Tarafların hukuk seçimi yapmamış olmaları hâlinde iş sözleşmesine, işçinin işini mutad olarak yaptığı işyeri hukuku uygulanır. İşçinin işini geçici olarak başka bir ülkede yapması hâlinde, bu işyeri mutad işyeri sayılmaz. İşçinin
Devletler özel hukuku, yabancılık unsuru taşıyan özel hukuka ilişkin işlem ve ilişkilerde uygulanacak hukuktur.

Türkiye içinde veya dışında Türk vatandaşı ana veya babadan evlilik birliği içinde doğan çocuk Türk vatandaşıdır.
işini belirli bir ülkede mutad olarak yapmayıp devamlı olarak birden fazla ülkede yapması hâlinde iş sözleşmesi, işverenin esas işyerinin bulunduğu ülke hukukuna tâbidir. Ancak hâlin bütün şartlarına göre iş sözleşmesiyle daha sıkı ilişkili bir hukukun bulunması hâlinde sözleşmeye ikinci ve üçüncü fıkra hükümleri yerine bu hukuk uygulanabilir. Meslekî veya ticarî olmayan amaçla mal veya hizmet ya da kredi sağlanmasına yönelik tüketici sözleşmeleri, tüketicinin mutad meskeni hukukunun emredici hükümleri uyarınca sahip olacağı asgarî koruma saklı kalmak kay-dıyla, tarafların seçtikleri hukuka tâbidir.
Türk mahkemelerinin milletlerarası yetkisi de devletler özel hukukunun içeriğine dahildir. Bunun dışında, yabancı mahkeme ve hakem kararlarının tenfizi ve tanınması da aynı alana girer.
Vatandaşlık, devletler özel hukukunun bir diğer konusudur. Vatandaşlık konusundaki haklar Vatandaşlık Kanunu’nda düzenlenir. Bu Kanunu’n amacı, Türk vatandaşlığının kazanılması ve kaybına dair iş ve işlemlerin yürütülmesine ilişkin usul ve esasları belirlemektir. Türk vatandaşlığı, doğumla veya sonradan kazanılır. Doğumla kazanılan Türk vatandaşlığı, soy bağı veya doğum yeri esasına göre kendiliğinden kazanılır. Doğumla kazanılan vatandaşlık doğum anından itibaren hüküm ifade eder. Türkiye içinde veya dışında Türk vatandaşı ana veya babadan evlilik birliği içinde doğan çocuk Türk vatandaşıdır. Türk vatandaşı ana ve yabancı babadan evlilik birliği dışında doğan çocuk Türk vatandaşıdır. Türk vatandaşı baba ve yabancı anadan evlilik birliği dışında doğan çocuk ise soy bağı kurulmasını sağlayan usul ve esasların yerine getirilmesi halinde Türk vatandaşlığını kazanır. Türkiye’de doğan ve yabancı ana ve babasından dolayı doğumla herhangi bir ülkenin vatandaşlığını kazanamayan çocuk, doğumdan itibaren Türk vatandaşıdır.
Türk vatandaşlığını kazanmak isteyen bir yabancı, kanunda belirtilen şartları taşıması halinde yetkili makam kararı ile Türk vatandaşlığını kazanabilir. Söz konusu hakkın kazanılması için gereken prosedür de yasada düzenlenmiştir.
Bazı ülkelerde görülen evliliğin vatandaşlığa etkisi, ülkemizde daha farklıdır. Buna göre, bir Türk vatandaşı ile evlenme doğrudan Türk vatandaşlığını kazandırmaz. Ancak bir Türk vatandaşı ile en az üç yıldan beri evli olan ve evliliği devam eden yabancılar Türk vatandaşlığını kazanmak üzere başvuruda bulunabilir.
Bir Türk vatandaşı tarafından evlat edinilen ergin olmayan kişi, millî güvenlik ve kamu düzeni bakımından engel teşkil edecek bir hali bulunmamak şartıyla, karar tarihinden itibaren Türk vatandaşlığını kazanabilir.
Bu konular dışında vatandaşlıktan çıkma, çıkarılma ve vatandaşlığın kaybı konuları ve bunlara bağlanan sonuçlar da devletler özel hukuku kapsamında değerlendirilir.
Çok vatandaşlık bu kapsamda ele alınan konulardan biridir. Buna göre, herhangi bir nedenle yabancı bir devlet vatandaşlığını kazanan kişilerin, bu durumlarına ilişkin belgeleri ibraz etmeleri ve yapılacak inceleme sonucunda kayden aynı kişiler olduklarının tespiti halinde, nüfus aile kütüklerindeki kayıtlarına çok vatandaşlığa sahip olduklarına dair açıklama yapılır.
Devletler özel hukuku kapsamında yer alan başka bir alan da yabancılar hukuku olarak ifade edilir. Bu alana ilişkin temel bir yasa yoktur. Ancak bazı yasalarda yabancıları ilgilendiren hükümlere yer verilmiştir. Pasaport Kanunu, Iskan Kanunu, Doğrudan Yabancı Yatırımlar Kanunu, Yabancıların İkamet ve Seyahatleri Hakkında Kanun ve bu kişilerin çalışma izinlerine ilişkin mevzuatta çeşitli hükümlere yer verilmiştir. Bu düzenlemeler ve doğurduğu sonuçlar da devletler özel hukuku kapsamında ele alınmaktadır.
Devletler özel hukukunun konularından biri olan vatandaşlık doğumla ne şekilde kazanılır anlatınız?

 

KAYNAK: www.puuny.com

Özel Hukukun Dalları - Özet

Özel Hukukun Dalları - Özet
Medeni Hukuku tanımlamak Özel hukukun dallarından en kapsamlısı olan Medeni hukuk, gerçek ya da tüzel kişilerin toplumsal ilişkilerinde ön plana çıkan haklarını inceler. Medeni hukukta esasen insanın doğumla kazandığı haklar dışında, sonradan elde ettiği haklar da düzenlenir. Bu alanın temel kanunları Türk Medeni Kanunu ve Türk Borçlar Kanunudur. Medeni Kanun, toplam dört kitaptan oluşturulmuştur: Kişiler hukuku, Aile hukuku, Eşya hukuku ve Miras hukuku. Medeni Kanun kişileri, gerçek ve tüzel kişiler olmak üzere ikiye ayırmıştır. Kişiler hukukunda, önce her insanın hak ehliyeti olduğu belirtilir. Fiil ehliyetine sahip olan kimsenin ise kendi fiilleriyle hak edinebileceği ve borç altına girebileceği belirtilir. Bunun dışında kişiler hukukunda erginlik, hısımlık ilişkileri, ikametgâh, kişiliğin korunması, vb. konular ele alınır. Aile hukuku; evlenme, nişanlanma, batıl olan evlilikler, boşanma, nafaka, mal rejimleri, hısımlık, soybağının kurulması, tanıma ve babalık kararı, evlat edinme, velayet, çocuğun malları, ev yönetimi, vesayet, kayyımlık vb. konularda düzenleme getirir. Miras hukuku, kişinin ölümü sonrasında geride kalan malvarlığı üzerindeki hakları ele alır. Yasal mirasçılar, mirasbırakanın birinci derece mirasçıları olan altsoyu, altsoyu bulunmayan mirasbırakanın mirasçıları, ana ve babasıdır. Mirasbırakandan önce ölmüş olan büyük ana ve büyük babaların yerlerini, her derecede halefiyet yoluyla kendi altsoyları alır. Evlatlık ve altsoyunun, evlat edinene mirasçılığı da kan hısmı gibidir. Eşya hukuku, taşınır ve taşınmaz malların üzerindeki hakları konu alır. Eşya hukukunun temel kavramı mülkiyettir. Mülkiyet hakkına sahip olan kişiye malik denir. Malik, hukuk düzeninin sınırları içinde, o şey üzerinde dilediği gibi kullanma, yararlanma ve tasarrufta bulunma yetkisine sahiptir. Taşınmaz mülkiyeti, belki de eşya hukukunun en önemli bölümünü oluşturur. Arazi, tapu kütüğünde ayrı sayfaya kaydedilen bağımsız ve sürekli haklar ve kat mülkiyeti kütüğüne kayıtlı bağımsız bölümler, taşınmaz mülkiyetinin konusunu oluşturur. Taşınmaz mülkiyetinin kazanılması, tescille olur. Eşya hukuku ayrıca, kaynak ve yer altı suları üzerindeki mül-
kiyet ve irtifak hakkını da konu alır. Taşınır mülkiyetinin konusu ise nitelikleri itibarıyla taşınabilen maddi şeyler ile edinmeye elverişli olan ve taşınmaz mülkiyetinin kapsamına girmeyen doğal güçlerdir. Taşınır mülkiyetinin nakli için zilyetliğin devri gerekir. Bir taşınırın zilyetliğini iyi niyetle ve malik olmak üzere devralan kimse, devredenin mülkiyeti devir yetkisi olmasa bile, zilyetlik hükümlerine göre kazanmanın korunduğu hâllerde o şeyin maliki olur. Eşya hukukunun en temel bölümlerinden olan sınırlı ayni hakların kapsamına ise irtifak hakkı, intifa hakkı, oturma hakkı, üst hakkı, kaynak hakkı girer.
Borçlar Hukukunu tanımlamak Borçlar hukuku, kişiler arasındaki borç ilişkilerini düzenler. Borcun kaynağı kural olarak, kanun, sözleşme ya da hukuka aykırı fiil olabilir. Borçlar hukuku bu borç kaynaklarını, yarattıkları sorumluluk türünü ve sonuçlarını düzenler. Borçlar hukukunun temel kaynağı durumundaki Borçlar Kanunu, iki temel bölümden oluşur; ilk bölüm genel hükümler olarak adlandırılmıştır ve hemen her borç ilişkisine uygulanabilen hükümlerden oluşur, ikinci bölüm ise özel hükümler olarak adlandırılmıştır ve çeşitli sözleşme tiplerini ve onlara özgü hükümleri düzenlenmektedir. Borçlar Kanunu’nda yer verilen sözleşmeler dışında, atipik, karma nitelikli sözleşmeler de borçlar hukukunun düzenleme alanına girmektedir. Sözleşme, tarafların iradelerini karşılıklı ve birbirine uygun olarak açıklamalarıyla kurulur. Borçlar Kanunu’nda düzenlenen genel işlem koşulları, bir sözleşmenin yapılması sırasında sözleşmeyi düzenleyenin, ileride çok sayıdaki benzer sözleşmede kullanmak amacıyla, önceden, tek başına hazırlayarak karşı tarafa sunduğu sözleşme hükümleri olarak ifade edilebilir. Temsil, haksız fiilin icra şekli ve sonuçları, sorumluluğun kaynağı olarak kusurlu eylemler ve istisnai nitelik taşıyan kusursuz sorumluluk halleri, sebepsiz zenginleşmeden doğan borç ilişkileri, borçların ifası, borç türleri, faiz, temerrüt borçlar hukukunda incelenen temel konulardır.
Müteselsil borçluluk, bağlanma ve cayma parası, ceza koşulu, alacak devri, borcun üstlenilmesi, borca katılma, borçlar hukukunun ayrıntılı olarak ele aldığı diğer yapılardır.

 

KAYNAK: www.puuny.com

Sigorta Hukuku

Sigorta Hukuku
Ticaret Kanunu’nun altıncı kitabı sigorta hukukudur. Bu alanda sigorta sözleşmesi ve çeşitli sigorta tipleri incelenir. Sigorta sözleşmesi, sigortacının bir prim karşılığında, kişinin para ile ölçülebilir bir menfaatini zarara uğratan tehlikenin, rizikonun, meydana gelmesi hâlinde bunu tazmin etmeyi ya da bir veya birkaç kişinin
Sigortacının sigorta ettiği menfaati tekrar sigorta ettirmesine reasürans denir.
hayat süreleri sebebiyle ya da hayatlarında gerçekleşen bazı olaylar dolayısıyla bir para ödemeyi veya diğer edimlerde bulunmayı yükümlendiği sözleşmedir. Birden çok kişinin birleşerek, içlerinden herhangi birinin, belli bir rizikonun gerçekleşmesi durumunda doğacak zararlarını tazmin etmeyi borçlanmaları karşılıklı sigortadır. Karşılıklı sigorta faaliyeti ancak kooperatif şirket şeklinde yürütülebilir.
Sigortacı, sigorta ettiği menfaati, dilediği şartlarla, tekrar sigorta ettirebilir. Reasürans, sigortacının, sigorta ettirene karşı borç ve yükümlülüklerini ortadan kaldırmaz; sigorta ettirene, tekrar sigorta yapana karşı, doğrudan dava açmak ve istemde bulunma haklarını vermez.
Sigorta hukuku kapsamında çeşitli sigorta tipleri ele alınır. Bunlardan birisi mal sigortasıdır. Rizikonun gerçekleşmemesinde menfaati bulunanlar, bu menfaatlerini mal sigortası ile teminat altına alabilirler. Rizikonun gerçekleşmesi sonucu doğan kazanç kaybı ile sigorta edilen malın ayıbından doğan hasarlar, aksine sözleşme yoksa, sigorta kapsamında değildir. Mal bağlamında kazancın, makul sınırı aşan kısmı sigorta edilemez.
Başkası lehine sigortada sigorta ettiren, üçüncü bir kişinin menfaatini, onun adını belirterek veya belirtmeyerek, sigorta ettirebilir. Sigorta sözleşmesinden doğan haklar sigortalıya aittir. Sigortalı, aksine sözleşme yoksa, sigorta tazminatının ödenmesini sigortacıdan isteyebilir ve onu dava edebilir. Müşterek menfaatlerin sigortasında, bir malın veya o mala ilişkin bir hakkın yalnız bir kısmında menfaat sahibi olan kişi, kendisine ait kısımdan fazlasını da sigorta ettirmişse, sigortanın bu fazlaya ilişkin kısmı, sigorta ettirenle aynı menfaati olanlar lehine yapılmış sayılır.
Geçmişe etkili sigortada sigorta, sigorta koruması sözleşmenin yapılmasından önceki bir tarihten itibaren sağlanacak şekilde yapılabilir. Ancak, rizikonun gerçekleştiği veya gerçekleşme ihtimalinin ortadan kalkmış olduğu, sözleşmenin yapılması sırasında, sigortacı ile sigorta ettiren ve sigortadan haberi olmak şartıyla sigortalı tarafından biliniyorsa sözleşme geçersizdir. Rizikonun gerçekleştiği veya gerçekleşme ihtimalinin ortadan kalktığının sigorta ettiren veya sigortalı tarafından bilinip sigortacı tarafından bilinmediği durumlarda, sigortacı sözleşme ile bağlı olmamakla birlikte, ödenmesi gereken primin tamamına hak kazanır.
Sigorta bedeli, sigorta değerinden az olduğu takdirde, sigorta edilmiş menfaatin bir kısmının zarara uğraması hâlinde sigortacı, aksine sözleşme yoksa, sigorta bedelinin sigorta değerine olan oranına göre tazminat öder. Buna eksik sigorta denir. Aşkın sigortada ise, sigorta bedeli sigorta olunan menfaatin değerinin üstündedir ve aşan kısım geçersizdir. Bu sebeple, sigorta bedeli ile sigorta priminin onu karşılayan kısmı indirilir ve tahsil edilmiş fazla prim geri verilir.
Takseli sigorta, birden çok sigorta, müşterek sigorta, çifte sigorta ve kısmi sigortadan ne anlaşılması gerektiği ticaret kanununda açıklanmıştır. Hayat sigortasında ise sigortacı, belli bir prim karşılığında, sigorta ettirene veya onun belirlediği kişiye, sigortalının ölümü veya hayatta kalması hâlinde, sigorta bedelini ödemeyi üstlenir.


Grup sigortası denen yapıda ise en az on kişiden oluşan, sigorta ettiren tarafından, belirli kıstaslara göre kimlerden oluştuğunun belirlenebilmesi imkânı bulunan bir gruba dâhil kişiler lehine, tek bir sözleşme ile sigorta yapılabilir. Sözleşmenin devamı sırasında gruba dâhil herkes sigortadan, grup sigortası sözleşmesi sonuna kadar yararlanır. Sözleşmenin yapılmasından sonra grubun on kişinin altına düşmesi sözleşmenin geçerliliğini etkilemez.
Sigorta hukukunda yukarıda belirtilen sigorta türlerinin oluşum koşulları ve sonuçları ayrı ayrı ele alınmaktadır.

 

KAYNAK: www.puuny.com

Deniz Ticareti Hukuku

Deniz Ticareti Hukuku
Deniz ticaretinin temel unsurlarından biri gemidir. Ticaret Kanunu’na göre, tahsis edildiği amaç, suda hareket etmesini gerektiren, yüzme özelliği bulunan ve pek küçük olmayan her araç, kendiliğinden hareket etmesi imkânı bulunmasa da “gemi’’ sayılır. Suda ekonomik menfaat sağlama amacına tahsis edilen veya fiilen böyle bir amaç için kullanılan her gemi, kimin tarafından ve kimin adına veya hesabına kullanılırsa kullanılsın “ticaret gemisi’’ sayılır. Gemi adamları ise, kaptan, gemi zabitleri, tayfalar ve gemide çalıştırılan diğer kişilerdir.
Deniz ticaret hukukunda, gemi, kaptan, gemi alacakları, çatma, kurtarma, donatanın, gemi adamlarının kusurundan doğan sorumluluk gibi konular ele alınır. Bu hükümler belirli koşullarla yatlar, denizci yetiştirme gemileri gibi sadece gezinti, spor, eğitim, öğretim ve bilim amaçlarına tahsis edilmiş gemilere de uygulanır.
Geminin kimliği, bayrağı, bağlama limanı deniz ticaret hukukunun konuları arasındadır. Türk gemileri için, Denizcilik Müsteşarlığının uygun göreceği yerlerde
gemi sicili tutulur. Gemi, bağlama limanının tâbi olduğu sicil müdürlüğünce tescil olunur. Bir geminin seferleri yabancı bir limandan veya bir kara kentinden yahut bizzat gemiden yönetildiği takdirde, malik, gemisini dilediği yer siciline tescil ettirebilir. Gemi, kurtarılamayacak şekilde batar veya tamir kabul etmez hâle gelir yahut her ne suretle olursa olsun Türk Bayrağını çekme hakkını kaybederse, istem üzerine sicilden kaydı silinir.
Yapı hâlindeki bir gemi, malikin istemi üzerine veya yapı üzerinde bir gemi ipoteğinin kurulması yahut yapının ihtiyati ya da kesin haczi veya tersane sahibinin gemi ipoteğinin kurulmasına yönelik istem hakkını teminat altına almak amacıyla sicile şerh verilmesi söz konusu olduğu takdirde yapı hâlindeki gemilere özgü sicile kaydolunur. Yapı, yapım yerinin bağlı bulunduğu sicil müdürlüğünce tescil olunur.
Deniz ticaret hukuku, geminin mülkiyeti, mülkiyetin kazanılması ve kaybı konularını da ele almaktadır. Gemi rehni bu alanın en temel konularından bir başkasıdır. Sicile kayıtlı olmayan bir geminin bir donatma iştiraki tarafından işletilmesi hâlinde, paydaş donatanlardan her birinin iştirak payının rehni, Türk Medenî Ka-nunu’nun alacaklar ve diğer haklar üzerindeki rehinlere ilişkin hükümlerine tabidir. Bir alacağı teminat altına almak için sicile kayıtlı olan gemi üzerinde ipotek kurulabilir. Gemi ipoteği alacaklıya, alacağını, geminin bedelinden alma yetkisini verir. Sicile kayıtlı gemilerin sözleşmeye dayalı rehni sadece gemi ipoteği yolu ile sağlanır. İleride doğabilecek veya şarta ya da kıymetli evraka bağlı bir alacak için de ipotek kurulabilir. Sicile kayıtlı gemiler üzerinde intifa hakkı da kurulabilir. Bu hak, aksi kararlaştırılmadıkça, sahibine üzerinde kurulduğu gemiden tam yararlanma yetkisini sağlar.
Deniz ticaret hukukunun bir diğer ilgi alanı donatma iştirakidir. Gemisini menfaat sağlamak amacıyla suda kullanan gemi malikine donatan denir. Kendisinin olmayan bir gemiyi menfaat sağlamak amacıyla suda kendi adına bizzat veya kaptan aracılığıyla kullanan kişi, üçüncü kişilerle olan ilişkilerinde donatan sayılır. Malik, geminin işletilmesinden dolayı gemi alacaklısı sıfatıyla bir istemde bulunan kişiyi, bu işletilme malike karşı haksız ve alacaklı da kötüniyet sahibi olmadıkça, hakkını istemekten engelleyemez. Birden çok kişinin paylı mülkiyet şeklinde malik oldukları bir gemiyi, menfaat sağlamak amacıyla aralarında yapmış oldukları sözleşme gereğince, hepsi adına ve hesabına suda kullanmaları hâlinde ise donatma iştirakinden bahsedilir. Tek başına bir geminin maliki veya işletme hakkına sahip olan ticaret şirketleri veya diğer tüzel kişiler hakkında donatma iştirakine ilişkin hükümler uygulanmaz.
Zaman çarteri sözleşmesi, navlun sözleşmesi, yolculuk çarter partisi, taşıyanın, gemiyi denize, yola ve yüke elverişli bulundurma yükümlülüğü, yükleme ve boşaltma, kırkambar sözleşmesi, taşıyanın sorumluluğu, denizde kurtarma, taşıtanın ve yükletenin sorumluluğu, denizde taşıma senetleri (konişmento), deniz yoluyla yolcu taşıma sözleşmesi, deniz kazaları, müşterek avarya, kurtarma, gemi alacakları, petrol kirliliği zararının tazmini deniz ticaret hukuku alanında yer alan diğer konular arasındadır.
Gemi, bağlama limanının tâbi olduğu sicil müdürlüğünce tescil olunur.

 

KAYNAK: www.puuny.com

Taşıma İşleri Hukuku

Taşıma İşleri Hukuku
6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu’yla ilk kez (dördüncü kitap) olarak düzenlenen taşıma işleri hukuku kısmında önce genel hükümlere yer verilmiş, sonrasında ise çeşitli taşıma işlerine değinilmiştir. Bunlar arasında eşya taşıma, taşınma eşyası taşıma, değişik tür araçlarla taşıma ve yolcu taşıma yer alır. Bu kitapta ayrıca taşıma işleri komisyoncusuna ilişkin hükümler de bulunmaktadır.

 

KAYNAK: www.puuny.com

KAMBİYO SENETLERİ

KAMBİYO SENETLERİ
1- Poliçe   
2- Çek
3- Bono

Kıymetli evrak, ticaret hayatının güven ve çabukluk gereksiniminden doğmuştur.
Ciro, senette var olan bir hakkın, devir veya rehin edilmesi gibi hukuki sonuçlar doğuran bir irade beyanıdır. Senet üzerine ya da senede eklenen bir kağıt (alonj) üzerine ciro yapılabilir.

 

KAYNAK: www.puuny.com

Kombiyo Senetleri

Kombiyo Senetleri

Kıymetli evrakın önemli problemlerinden birisi de kabul edilmemesi ya da ödenmemesidir. Bu gibi hallerde, kabul etmemenin veya ödememenin, kabul etmeme veya ödememe protestosu denilen resmî bir belge ile belirlenmesi zorunludur. Protestonun ne şekilde icra edileceği ve içeriği Ticaret Kanunu’nda kapsamlı olarak düzenlenmiştir.
Kıymetli evrak hukuku kapsamında incelenen diğer senetler, bono ve emre yazılı senetlerdir. Bir bonoyu düzenleyen kişi, tıpkı bir poliçeyi kabul eden gibi sorumludur.
Diğer bir kıymetli evrak ise “çek”tir. Çekte açıklık yoksa, muhatabın ticaret unvanı yanında gösterilen yer ödeme yeri sayılır. Muhatabın ticaret unvanı yanında birden fazla yer gösterildiği takdirde, çek, ilk gösterilen yerde ödenir. Böyle bir açıklık ve başka bir kayıt da yoksa, çek muhatabın merkezinin bulunduğu yerde ödenir. Türkiye’de ödenecek çeklerde muhatap ancak bir banka olabilir. Bir çekin düzenlenmesi için, muhatabın elinde düzenleyenin emrine tahsis edilmiş bir karşılık bulunması ve düzenleyenin bu karşılık üzerinde çek düzenlemek suretiyle tasarruf hakkını haiz olacağına dair muhatapla düzenleyen arasında açık veya zımni bir anlaşma bulunması şarttır. Düzenleyen, muhatap nezdinde çekin ancak bir kısım karşılığını hazır bulundurduğu takdirde, muhatap, bu tutarı ödemekle yükümlüdür.
Çek “emre yazılı’’ kaydıyla veya bu kayıt olmadan belirli bir kişiye, “emre yazılı değildir’’ kaydıyla veya buna benzer bir kayıtla belirli bir kişiye c) veya hamile, ödenmek üzere çekilebilir. Belirli bir kişi lehine “veya hamiline’’ kelimelerinin veya buna benzer başka bir ibarenin eklenmesiyle düzenlenen çek, hamiline yazılı çek sayılır. Kimin lehine düzenlendiği gösterilmemiş olan bir çek, hamiline yazılı çek hükmündedir. Makbuz senedi, varant ve taşıma belgeleri bu alanda tüm yönleriyle ele alman diğer senetlerdir.
Kıymetli Evrak hukuku ile ilgili olarak daha kapsamlı bilgi edinebilmek için, yararlı bir J   kaynak olarak Kıymetli Evrak Hukuku Esasları adlı kitaba bakabilirsiniz (Reha Poroy -

 

KAYNAK: www.puuny.com

Kıymetli Evrak Hukuku

Kıymetli Evrak Hukuku
Kıymetli evrak hukuku, Ticaret Kanununun üçüncü kitabım oluşturur. İçeriğinde bir hakkı barındıran ve piyasada dolaşımı mümkün evraklar incelenir. Bu alanın temel kavramı olan kıymetli evrak öyle senetlerdir ki, bunların içerdikleri hak, senetten ayrı olarak ileri sürülemediği gibi başkalarına da devredilemez. Kıymetli evrakın borçlusu, ancak senedin teslimi karşılığında ödeme ile yükümlüdür. Hile veya ağır kusuru bulunmadıkça borçlu, vade geldiğinde, senedin niteliğine göre alacaklı olduğu anlaşılan kişiye ödemede bulunmakla borcundan kurtulur.
Kıymetli evraklar sıradan alacaklar dışında ayni hakları da içerebilir. Devirleri için bir takım yöntemler belirlenmiştir. Bunlardan en bilineni cirodur. Ancak cironun da Ticaret Kanununda düzenlenmiş çeşitli tipleri bulunmaktadır.
Kıymetli evrak hukukunun konusunu oluşturan çeşitli senetler bulunmaktadır. Belli bir kişinin adına yazılı olup da onun emrine kaydını içermeyen ve kanunen de emre yazılı senetlerden sayılmayan kıymetli evrak nama yazılı senet sayılır. Bunlarda borçlu, ancak senedin hamili bulunan ve senette adı yazılı olan veya onun hukuki halefi olduğunu ispat eden kişilere ödemek zorundadır. Bu husus ispat edilmediği hâlde ödemede bulunan borçlu, senedin gerçek sahibi olduğunu ispat eden bir üçüncü kişiye karşı borcundan kurtulmuş olmaz.
Senedin metninden veya şeklinden, hamili kim ise o kişinin hak sahibi sayılacağı anlaşılan her kıymetli evrak, hamile veya hamiline yazılı senet sayılır. Borçlu
hamile yazılı bir senetten doğan alacağa karşı, ancak senedin geçersizliğine ilişkin veya senedin metninden anlaşılan debilerle, alacaklı her kim ise ona karşı şahsen sahip olduğu def’ileri ileri sürebilir.
Kıymetli evrakın en yaygın modelini kambiyo senetleri oluşturur. Poliçe, bono, çek bu kapsama girer. Poliçenin oluşması
için varlığı aranan koşullar Ticaret Kanunu’nda düzenlenmiştir. Poliçe bizzat düzenleyenin emrine yazılı olabileceği gibi, bizzat düzenleyen üzerine veya bir üçüncü kişi hesabına da düzenlenebilir. Poliçe, bir üçüncü kişinin nezdinde, muhatabın yerleşim yerinde veya başka bir yerde ödenmek üzere düzenlenebilir. Poliçelerin görüldüğünde veya görüldüğünden belirli bir süre sonra ödenmesi şart kılınabilir.
Poliçeler açıkça emre yazılı olmasa da ciro ve zilyetliğin geçirilmesi yoluyla devredilebilir. Düzenleyen, poliçeye “emre yazılı değildir” ibaresini veya aynı anlamı ifade eden bir kaydı koymuşsa, poliçe ancak alacağın temliki yoluyla devro-lunabilir ve bu devir alacağın temlikinin hukuki sonuçlarını doğurur. Ciro, poliçeyi kabul etmiş olsun veya olmasın muhataba, düzenleyene veya poliçeyle borç altına girmiş olanlardan herhangi birine yapılabilir. Bu kimseler poliçeyi yeniden ciro edebilirler. Cironun kayıtsız ve şartsız olması gerekir. Cironun bağlı tutulduğu her şart yazılmamış sayılır.

 

KAYNAK: www.puuny.com

Ticaret Şirketleri Hukuku

Ticaret Şirketleri Hukuku
Şirket, iki veya daha fazla kişinin ortak bir ekonomik amaca erişmek için emek ve sermayelerini bir araya getirmelerini ifade eder. Ticaret hukukunun ticari şirketlere ilişkin kısmı, ticari şirket olarak tanımlanan, kolektif şirket, komandit şirket, anonim şirket, limited şirket ve kooperatiflerin hukuki yapısı ile ilgilenir. Ticaret Kanunu’nda, kolektif ile komandit şirket şahıs; anonim, limited ve sermayesi paylara bölünmüş komandit şirket sermaye şirketi sayılır.
Ticaret şirketleri tüzel kişiliğe sahiptir. O sebeple kural olarak, Türk Medenî Kanunu’nun 48. maddesi çerçevesinde bütün haklardan yararlanabilir ve borçları üstlenebilirler.
Şirketler hukukunda her şirket ayrı ayrı ele alınır. Zira bazı ortak noktaları bulunsa da şirketler, özgün hükümlerle düzenlenmiştir. Kuruluşlarından işleyişlerine, ortaklık yapılarından tasfiyelerine kadar çok ayrıntılı hükümler bulunmaktadır. Her şirketin tüzel kişilik kazanması, ortaklar arası ilişkiler, organlar, oy çoğunlukları, üçüncü kişilerle ilişkiler ve şirketin temsili, şirket sözleşmesi değişiklikleri, rekabet yasağı, ticari işlemleri ve tasfiyesi ayrı ayrı ele alınır. Bunun yanında ortakların ko-
Ticaret Kanunu'nda, kolektif ile komandit şirket şahıs şirketi; anonim, limited ve sermayesi paylara bölünmüş komandit şirket sermaye şirketi sayılır.

Anonim şirketler genellikle büyük sermaye oluşturma ya da büyük taahhütlerde bulunma amacıyla kurulur.
yacakları sermaye, ortaklık hakları, şirketlerin birleşmesi, bölünmesi, sermaye artırımı, alacaklı ve borçlular karşısındaki durumu ayrıntılı olarak incelenir.
Kolektif şirket ticari bir işletmeyi bir ticaret unvanı altında işletmek amacıyla, gerçek kişiler arasında kurulan ve ortaklarından hiçbirinin sorumluluğu şirket alacaklılarına karşı sınırlanmamış olan şirkettir. Ortakların birbirleriyle olan ilişkilerinin düzenlenmesinde sözleşme serbestîsi geçerlidir. Ortaklardan her biri, ayrı ayrı şirketi yönetme hakkını ve görevini haizdir. Ancak, şirket sözleşmesiyle veya ortakların çoğunluğunun kararıyla yönetim işleri ortaklardan birine, birkaçına veya tümüne verilebilir.
Komandit Şirket, ticari bir işletmeyi bir ticaret unvanı altında işletmek amacıyla kurulan, şirket alacaklılarına karşı ortaklardan bir veya birkaçının sorumluluğu sınırlandırılmamış ve diğer ortak veya ortakların sorumluluğu belirli bir sermaye ile sınırlandırılmış olan şirkettir. Sorumluluğu sınırlı olmayan ortaklara komandite, sorumluluğu sınırlı olanlara komanditer denir. Komandite ortakların gerçek kişi olmaları gerekir. Tüzel kişiler ancak komanditer ortak olabilirler. Komandit şirkette ortakların birbirleriyle olan ilişkileri şirket sözleşmesi ile düzenlenir.
Anonim Şirket, sermayesi belirli ve paylara bölünmüş olan, borçlarından dolayı yalnız malvarlığıyla sorumlu bulunan şirkettir. Pay sahipleri, sadece taahhüt etmiş oldukları sermaye payları ile ve şirkete karşı sorumludur. Anonim şirketler büyük bir sermaye oluşturma ve büyük taahhütlerde bulunabilme amacıyla organize olduklarından, Ticaret Kanunu’nda en ayrıntılı düzenlenen şirket türüdür. Anonim şirketin, esas sözleşmeyle atanmış veya genel kurul tarafından seçilmiş, bir veya daha fazla kişiden oluşan bir yönetim kurulu bulunur. Anonim şirket, kural olarak, yönetim kurulu tarafından yönetilir ve temsil olunur. Bir tüzel kişi yönetim kuruluna üye seçildiği takdirde, tüzel kişiyle birlikte, tüzel kişi adına, tüzel kişi tarafından belirlenen, sadece bir gerçek kişi de tescil ve ilan olunur. Ayrıca, tescil ve ilanın yapılmış olduğu, şirketin internet sitesinde hemen açıklanır. Yönetim kurulu üyeleri en çok üç yıl süreyle görev yapmak üzere seçilir. Esas sözleşmede aksine hüküm yoksa, aynı kişi yeniden seçilebilir. Anonim şirketin ve şirketler topluluğunun finansal tabloları denetçi tarafından, uluslararası denetim standartlarıyla uyumlu Türkiye Denetim Standartlarına göre denetlenir. Pay sahipleri şirket işlerine ilişkin haklarını genel kurulda kullanırlar. Genel kurulun oluşumu, yetkileri, toplantıya çağrılması ve karar alma süreci ayrıntılı olarak düzenlenmiştir. Şirketin çıkaracağı pay senetleri, intifa senetleri, tahviller, yedek akçeler yine şirketler hukuku kapsamında yer alan konulardandır.
Sermayesi paylara bölünmüş komandit şirket, sermayesi paylara bölünen ve ortaklarından bir veya birkaçı şirket alacaklılarına karşı bir kolektif şirket ortağı, diğerleri bir anonim şirket pay sahibi gibi sorumlu olan şirkettir. Sermaye, paylara bölünmeksizin sermayesi sadece birden çok komanditerin sermayeye katılma oranlarını göstermek amacıyla kısımlara ayrılmış bulunuyorsa komandit şirket hükümleri uygulanır. Komanditelerin birbirleriyle, komanditerlerin tümüyle ve üçüncü kişilerle hukuki ilişkileri, özellikle şirketin yönetimine ve temsiline ilişkin görev ve yetkileri, şirketten ayrılmaları, komandit şirketlerdeki hükümlere tabidir. Kuruluşa, anonim şirketlerin kuruluşuna ilişkin hükümler uygulanır. Anonim şirketlerin yönetim kurulunun görevleriyle sorumluluklarına ilişkin hükümleri, yönetici olan komandite ortaklar hakkında da geçerlidir.
Limited şirket, bir veya daha çok gerçek veya tüzel kişi tarafından bir ticaret unvanı altında kurulur. Esas sermayesi belirli olup, bu sermaye esas sermaye paylarının toplamından oluşur. Ortaklar, şirket borçlarından sorumlu olmayıp, sadece

taahhüt ettikleri esas sermaye paylarım ödemekle ve şirket sözleşmesinde öngörülen ek ödeme ve yan edim yükümlülüklerini yerine getirmekle yükümlüdürler.
Ticari işletme hukuku ve Ticaret şirketleri hukuku ile ilgili olarak daha kapsamlı bilgi edinebilmek için, yararlı bir kaynak olarak Kara Ticareti Hukuku Dersleri adlı kitaba bakabilirsiniz (Oğuz İmregün, Ankara: Yetkin Yayınları, 2001).

 

KAYNAK: www.puuny.com