16 Haziran 2021 Çarşamba

Din Kuralları ve Hukuk

Her din belirli davranışları örnek gösterir, önerir ve emreder; belirli davranışları yasaklar, bu tür davranışlarda bulunanlara ödül vaat eder ve ceza tehdidinde bulunur. Sosyal düzen kuralları arasında ilk ortaya çıkan da dini kurallardır. Gerçekten, ilkel toplumlarda inanç sosyal birliğin nerede ise özünü oluşturur. İnsanlığın evrimi sürecinde hukukun inanç içeriği farklı bir seyir izlemekle beraber hiç kaybolmamıştır.

Din kuralları sadece kul-tanrı ilişkilerini değil, kulların birbirleri ile ve toplumsal kurumlarla ilişkilerini de kapsar; Musevilikteki on emir, İslâmiyet'in çok geniş bir yelpazeye yayılan dünya hayatına ilişkin emirleri ve yasakları gibi. Anılan nedenle, din kuralları öteki dünyaya ilişkin (uhrevi) ve bu dünyaya ilişkin (dünyevi) olarak ikiye ayrılır. İlki tanrı-insan (Allah-kul), ikincisi insan-insan ilişkilerini kavrar. Din kurallarının temel özelliğinin değişmemek olduğu ifade edilse de bunun asıl olarak her dinin özüne ilişkin temel ilkeleri (Hıristiyanlıkta dogmalar, İslâmiyet'te naslar) ile sınırlı olduğu söylenebilir. Kaldı ki; temel kabullerin bir kısmının bile en azından nasıl anlaşılması gerektiği hususu zamanla aynı din içinde farklı akımların doğmasına yol açmıştır. Mezhepler ile tarikatlar bu yorumların sonucu ortaya çıkmışlardır.

Aslında hukuk kurallarının içerisinde de değişmez kuralların varlığından söz edilebilir. Her halde, "Hırsızlık serbesttir" veya "İnsan öldürmek hiçbir cezayı gerektirmez" türü hukuk kuralları olamaz.

Batı'da Rönesans ve Reform hareketleri ile din, hukuk, devlet ve Tanrı dörtlüsünü birbirinden ayırmaya yönelik düşünce akımları tempo ve etkinlik kazanmıştır. Dinin toplumsal davranışın temel belirleyicisi olduğu hususunun tartışma alanına güçlü bir şekilde çekilebilmesi için, öncelikle dinin tekdüze (standart) anlaşılması yönündeki uygulamanın, yani bir tür tekelciliğin aşılması gerekmiştir ki; bunda Reform hareketinin öncüsü Luther'in büyük rolü oldu. Dinin niteliği, toplumsal davranış kuralı olması, teolojik yönden olduğu kadar, etnografik, felsefî, hukukî ve sosyolojik yönlerden de pek çok farklı değerlendirmelere konu olmuştur. Toplumsal yapı ve değişme ile din arasındaki ilişkiyi anlamak için hukukçu, iktisatçı, tarihçi ve sosyolog Weber'in Kapitalizm-Protestanlık ilişkisine dair yazdıkları bile yeterlidir.

Geleneksel tasnife göre din kuralları, "inanç (itikat)", "ibadet" ve "toplumsal ilişki (muamelat)" kuralları şeklinde ayrılabilir. Dünyevi ilişkileri düzenleyen üçüncü küme kurallar dinler arasında büyük farklılık göstermezler; farklılık asıl olarak inanç ve ibadet kurallarındadır. Her halükarda bu kurallar, bölgesel veya ulusal olmanın üstündedirler.

Toplumsal düzen getiren din kurallarının değişmezliğini iddia etmek isabetli değildir. Nitekim Kur'an'daki "Her devrin hükmü ayrıdır" ifadesi, Mecelle'deki zamanların değişmesi ile hükümlerin de değişmesi gereğinin ifadesi (Gözler), din kurallarının değişmez ve donmuş kurallar olduğu iddiasını en azından İslâmiyet açısından tutarsız kılmaktadır.

Din kurallarının hukuk kuralları ile ilişkilerine geçmeden evvel şunu belirtmeliyiz ki, bu kurallar görgü ve ahlâk kurallarına nazaran çok daha geniş bir coğrafyaya yayıldıkları gibi, insan davranışlarını daha derinden etkileme özelliğine de sahiptirler. Dahası, hem görgü ve ahlâk kuralları, hem de biraz sonra göreceğimiz örf ve âdet kuralları, din kuralları ile ilişkilidir ve büyük oranda etkilenmişlerdir.

Amaçlarına göz attığımızda, din kurallarının da hukuk kuralları gibi toplumsal barışı, huzuru ve güvenliği hedeflediğini tespit edebiliriz. Bir başka deyişle, her iki kural kategorisi de adaleti amaçlar. Ancak; "hangi adalet?" sorusu yöneltildiğinde ilki için ilâhi ve ilâhi adaletebağlı bir şekilde dünyevi adalet amaçlanırken, ikincisi için dünyevi adalet tek amaç olarak görülmektedir.

Din kurallarının yaptırımının manevi, hukuk kurallarının yaptırımının maddi olduğu genelgeçer bir ifadedir. Ancak, bu ifade kuralların geçerli olduğu devletin niteliğinden soyutlanarak ele alınamaz. Modern ve batılı lâik devlet anlayışı için yukarıdaki husus doğrudur. Oysa hukukun dinden, devletin de Tanrıdan "koparılması" eski Yunan düşünürlerinin önemli bir çalışma alanı olmakla birlikte, Ortaçağ Batısında bile feodalizmin "iman ve şeref" ekseni üzerinde kurulu olması, bu dörtlüyü birbirinden ayırmaya imkân vermemiştir. Aynı iç içelik Osmanlı Devleti için de geçerlidir (Göğer). Endüstrinin ve tabiat bilimlerinin gösterdiği gelişmeler Rönesans ve Reformu (ki; ilki ulusal, ikincisi lâik devlete giden yolu açmıştır) başarılı kılmış; sözkonusu dörtlünün birbirlerinden ayrılabilmeleri bu iki hareketten sonra gerçekleşmiştir. Bu bilgi bizi teokratik, lâik ve din karşıtı anlamında ateist devlet açılarından din-hukuk ilişkisinin değerlendirilmesi gereğine getirir.

Teokratik devlet, toplumsal davranış kurallarının tümünün kaynağının ve ölçütünün din olduğu devlettir. Hukuk ile din tamamen iç içe geçmiştir. Bir başka deyişle; hukukun temelini din oluşturduğu için; hem ikisi arasında bir ayrım yoktur, hem de her türlü yaptırım doğrudan veya dolaylı olarak dine dayalıdır. Zamanımızda az sayıda da olsa hukukunu dini referanslarla oluşturan, din ile bütünleşmiş devletler bulunmaktadır.

Marksist öğretiyi esas alan devlet, teorik kurgusu gereği ateizmi benimser; sadece din dışı değil din karşıtı olan, kendi egemenlik alanında dini kurumların ve kuralların mevcudiyetine izin vermeyen bir devlettir. Bu teorik kurgu zamanla yumuşatılmış olsa da özünde korunmuştur.

Lâik devlet ise, ne dini hukukun temeli olarak kabul eder, ne de din ile savaşmayı ilke edinir. Dine egemen olmayı da tasarlamaz. Daha özlü bir ifade ile dini dikkate alır; fakat onu esas almaz. Dini inançları ve değerleri hor görmeyen, aksine dini özgürlükleri de gözetmeyi amaçlayan bir yaklaşıma sahiptir. Dini kamu düzeninin temeli olarak almaz. Dinler ve inançlar karşısında tarafsız kalmayı; ancak, toplumsal düzlemden ziyade bireysel düzlemde kişilerin inanç ve ibadet özgürlüklerini de güvence altına almayı amaçlar. Temel ilke; devletin dine, dinin devlete karışmaması; ancak, diğer özgürlükler gibi, inanç özgürlüğünün korunması hususunun da bir devlet yükümlülüğü olarak kabul edilmesidir. Lâik devlet, tanımı gereği, dini ilkelerden hareket etmediği için, dini esas almamak gibi bir iddianın da muhatabı değildir. Ayrıca, yine tanımı gereği, dine karşı olmak bir yana, dini dikkate almazlık da etmez. Örneğin, ülkemizde resmi nikâhtan sonra olmak kaydı ile dini nikâh bir haktır. Kimse kimseyi dini kurallara uymadığı için kınayamayacağı gibi, dini inancı nedeniyle de kimse kınanamaz. Bir başka deyişle; inanmak da, inanmamak da hak olarak tanınmıştır. Devlet, dinin toplumsal etkisini, fonksiyonlarını bilir; "kamu düzenini korumak" dışında bir nedenle bir dini özgürlüğe müdahale etmez.