27 Ağustos 2015 Perşembe

Örf ve Âdet Kurallar

Örf ve Âdet Kurallar
Eylemlerimizi yönlendiren bazı kuralları bizzat toplumsal pratiklerde buluruz. Bu pratikler toplumda öylesine yerleşmiştir ki, belli bir yörede yahut toplumun ortak karakteristiğini taşıyan topluluklarda artık bir kural hâline gelmiştir. Kuralı kimin koyduğu bilinmez; hatta bu pratiği uygulayanlar söz konusu kuralın ne zaman konulduğunu da bilmez. Bu tip pratiklerin kural oluşu, ortaklaşa kabule ve eskiliğe, yani çok uzun zamandan beri uygulanıyor olmaya bağlıdır. Öyleyse örf ve âdet kuralları adı verilen bu kuralların en önemli iki özelliği, başlangıcı bilinemeyecek ölçüde eskiden beri uygulanıyor olmak ve toplumda bu şekilde hareket edilmesi gerektiği yönünde bir inancın bulunmasıdır.
Din kurallarına uyulmasının yaratacağı gazap ve azap bu kuralların yaptırımıdır.
Örf ve âdet kuralları özellikle modernleşmemiş toplumlarda daha fazla önem taşır.
Örf ve âdet kuralları, biraz daha geniş hâliyle gelenek, biraz daha dar hâliyle töre ismini alır.
Örf ve âdet kuralları, özellikle modernleşmemiş toplumlarda bireylerin davranışlarım yönlendiren en önemli kurallardandır. Örf ve âdet kuralları sosyalleşme sürecinde kişiden kişiye, nesilden nesile aktarılır. Toplumun büyük bir çoğunluğu, özellikle de çeşitli iktidar araçlarını kullananlar tarafından benimsenen bu kurallara uyulmaması, bazen modern hukuk sistemlerindeki hukuk ihlallerine verilen tepkiden çok daha ağır olabilir. Üstelik örf ve âdetler, kişilerin kimlik algılarında da kurucu unsurdur. Örf ve âdetlere uyulmamış olması, dışardan bir baskı ve zorlama gelmese bile, kişi açısından yıkıcı sonuçlar doğurabilir.
Bu toplumsal pratikler, açıktır ki, ahlak ve din kuralları ile çoğunca iç içe geçmiştir. Hatta bazen gözlemlenen bir kurala ahlak kuralı mı, din kuralı mı yoksa örf ve âdet kuralı mı deneceğine karar vermek zor olabilir. Dahası, böyle bir topluluğun üyesi, uyduğu kuralın niteliğini tartışma ihtiyacı hissetmeyebilir ve hem dine hem de örfe uyduğunu iddia edebilir ve böylece ahlaka uygun davrandığını düşünebilir. Doğrusu, geniş anlamda alındığı takdirde ahlak kurallarının eylemleri doğru ve yanlış, iyi ve kötü olarak nitelendirdiğini düşünürsek, ahlak kavramı zaten din kuralları ile örf ve âdet kurallarını kapsar görünümdedir. Dinden ve toplumsal pratiklerden bağımsızlaştığını düşündüğümüz durumlarda bile ahlaki yargıların izlerini dinî düşünceye ve kültüre dayandırmak mümkün olacaktır.
Hukuk kuralları emreder veya yasaklar.
insanlar öldürme kabiliyetinden yoksun olsalardı öldürmeyi ahlak, din veya hukuk kurallarıyla yasaklamanın anlamı kalmazdı.

 

KAYNAK: www.puuny.com

Din Kuralları

Din Kuralları
Tarih ve antropoloji bilgimiz, tarihin her çağında ve bütün toplumlarda dinin var olduğunu söyler. Bununla birlikte dinin ne olduğunu veya neye din deneceğini cevaplamakta zorlanabiliriz. Üstelik, farklı bakış açıları, birbirinden oldukça farklı din tanımları yapabilecek, özellikle belli bir dinin mensubu olan açısından bu tanım, kendi mensubiyetinin gerekleri çerçevesinde ortaya çıkabilecektir. Dolayısıyla bu
yönde yapılacak bir tanımın her hâlükârda tartışmalı olduğu gerçeğinden hareketle, dinin “ insanın doğasına, evrenin yapısına, insanların nasıl yaşaması gerektiğine, gerçeklik ve değerlerle ilgili doğrulan araştırmanın en iyi yöntemlerine ilişkin birbiriyle içten bağlantılı bir inançlar kümesi ve bu inançlar tarafından belirlenen tutumlar ve pratikler’ olduğunu söylemekle yetinebiliriz (Honer, Hunt ve Ok-holm 2003, s. 258).
Dinler, insanoğlunun binlerce yıldır sorageldiği ‘Dünya nasıl var oldu?’, ‘Ne için yaşıyorum/yaşamalıyım?’, ‘Ölümden sonra hayat var mı?’ gibi sorulara çeşitli cevaplar sunar. Bu cevaplar, bazen tanrı dediğimiz açık bir iradeye işaret ederek evreni tanrı tarafından ‘yaratılmış’ kabul eder, bazen de açıklamalarını doğaüstü güçlere dayandırır. Tanrı veya doğaüstü güçlerle olan ilişki, çoğunca tapınma adı verilen bireysel veya kolektif ritüellerle kurulur.
Dinler, evrene dair bir anlayış ortaya koyar ve insan olmanın ve beşerî eylemlerin anlamını sunarken, aynı zamanda mensuplarından çeşitli şekillerde davranmalarını ister. Bu davranışların bir kısmı, ibadet veya tapınma adı verilen ritüeller olarak salt dinî karakterde iken bir kısmı da gündelik yaşama ilişkindir. Dinden dine farklılık gösteren derecelerde, kişinin tek başına iken bile yapması gereken eylemlerden, başka insanlarla, hatta diğer canlılarla ve genel olarak evrenle olan ilişkisindeki tutum, eylem ve düşüncelerine kadar uzanan pek çok kural bulunabilir.
Bir dinin mensubunun, dinin öngördüğü eylemleri yerine getirmemesi yahut daha açık bir ifadeyle din kurallarına aykırı davranması, öncelikle kendi inancı açısından düştüğü bir çelişkiyi ortaya çıkarır. Bu çelişki inanç zayıflığını gösterdiği kadar, tanrının veya doğaüstü güçlerin gazabını çekmek, bu dünyada veya hem bu dünyada hem de öte dünyada bir azaba maruz kalmak korkusunu da doğurur. Bu gazap ve azap inancı, din kurallarına uymaya zorlayan bir etken olarak, din kurallarının yaptırımıdır.
Bununla birlikte dinler, kişilerin din kurallarını ihlal etmeleri durumunda insanlar eliyle ve dünyevi araçlarla cezalandırılmalarını isteyebilir. Bu durumda din kurallarına uyan ve din adına hareket ettiğini söyleyen kişiler, güç sahibi oldukları takdirde, din kurallarının gereklerini hayata geçirirler. Genellikle böyle bir devlete, teokratik devlet veya din devleti denir. Ne var ki, aşağıda göreceğimiz gibi, hukukun tanımı yapılırken devlet tarafından çıkarılmış kurallar olmayı belirleyici bir özellik olarak kabul edersek, söz konusu teokratik devletin hukukunun dinî hukuk olduğunu söylememiz çelişik olacaktır. Dolayısıyla daha doğru ve tutarlı bir belirlemeyle, dinî kuralların yaptırımının öte dünyayla ve doğaüstü güçlerle ilişkili olduğunu, din kurallarının iktidar tarafından benimsenmesiyle ortaya çıkan uygulamanın, olsa olsa dine uygun, dine dayanan bir ‘hukuk düzeni’ olduğunu söylemek gerekir.

 

KAYNAK: www.puuny.com